Skip to main content
Submitted by Rêvebir on 5 March 2013

Devletin
Öcalan’la neden oturduğunu konu edinen geçen makaleden sonra orada sıralanan üç nedeni ele alacak bir yazı yazmayı düşünüyordum, olmadı.
Birikmiş medyayı geriye doğru tararken, bunun yerine, Kürtleri görüşmelerde
kimin temsil etmesi gerektiğiyle ilgili bir makale yazmanın daha acil olduğu sonucuna
vardım. Özellikle de Sayın İsmail Beşikçi’nin, Kürtler adına devletle
görüşmeleri BDP’nin yürütmesi gerektiğini dile getiren sözlerini okuduktan
sonra.
Beşikçi
Hoca, Birgün Gazetesi'nden İrfan Aktan'la yaptığı röportajda(*), Abdullah Öcalan’ın Kürtler adına müzakere yürütmesinin
yanlış olduğunu söylüyor ve onun yerine BDP’nin muhatap olmasını teklif ediyor.
PKK ve
çeperinden yükselen “İrademiz Öcalan!” sözleriyle karşılaştırıldığında daha
makul gibi görünen bu teklif, aslında muhataplık meselesiyle ilgili olarak kafaların
karışık olduğunu gösteriyor. Beşikçi Hoca diyor ki, Öcalan tutsaktır, bu
koşullarda devletin söylemesini istediği şeylerin dışında fazla bir şey
söyleyemez. Dolayısıyla Kürtler adına müzakereyi onun yürütmemesi gerekir.
Bunu
anladık. Peki, kimler yürütmeli bu görüşmeyi?
Hoca’ya
göre, BDP.
Neden BDP
de örneğin PKK değil?
Hoca’nın
tezinde bu soruya cevap yoktur. Böyle olunca, akla başka sorular geliyor.
Örneğin, “savaşı BDP mi yürütüyor ki devletle barış görüşmesini de o yürütsün?”
sorusu gibi. Ya da BDP’yi PKK’den daha kapsamlı bir muhatap haline getiren özelliği
nedir ki PKK yerine BDP muhatap olarak önerilsin? Dahası, İ. Beşikçi’nin bir
ömür boyu inatla savunduğu görüşlerden biri, Kürdistan’ın parçalanmış bir ülke
olduğu ve bunun, Kürt sorunu denilen kompleksin ana kaynağını oluşturduğu düşüncesidir.
Öte yandan PKK dediğimiz yapı, Kürdistan’ın parçalarının iki tanesinde (Türkiye
ve Suriye) asli politik aktör, üçüncüsünde (İran) önemli politik güçlerden
biri, dördüncüsünde ise (Irak) merkez üssünü konumlandırmış durumda. Dahası
Kürt diyasporasının ana dinamiğini de PKK oluşturuyor. Buna karşılık BDP bu
parçaların sadece birinde o da sadece legal planda örgütlü bir unsurdur. Bu
durumda nasıl olacak da hem parçalanmışlığın bugünkü sorunu yaratan temel dinamiklerden
biri olduğunu düşüneceğiz, hem de bu parçalarda yüksek ve yaygın bir temsil
düzeyi olan bir aktör (PKK) yerine sadece Türkiye’deki legal alanla sınırlı bir
aktörü (BDP) bu işin muhatabı olarak teklif edeceğiz?
Görüyorsunuz
ki sorular arttıkça artıyor.
Sorunun
böyle karmaşıklaşmasının nedenleri çoktur. PKK’nin 1999’da, birkaç ay
direndikten sonra, kendi boynunu kendi eliyle cezaevi boyunduruğuna sokmuş
olmasından tutun da toplumda özgür tartışma imkânının olmayışına kadar çok şey
sayılabilir. Bunlar arasından benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim, muhatap
meselesinde, prensiplere dayalı düşünmek yerine anlık reflekslerle düşünmeye
olan yatkınlıktır. Beşikçi Hoca’nın argümanı da böyle bir izlenim vermektedir.
Hoca’nın
neden dağdakileri muhatap olarak görmek istemediğini
bilmiyorum. Ama onları muhataplar listesinden çıkarırken prensiplere dayalı
hareket etmediğini söyleyebilirim. Çünkü yazısında Abdullah Öcalan’ın neden
muhatap olmaması gerektiğiyle ilgili kullandığı kriteri, yani devlet
kontrolünden uzaklık prensibini tam işletseydi, dağdaki PKK’nin BDP’ye oranla
devlet kontrolünden daha uzak aktör olduğunu görür ve BDP yerine PKK’nin
muhatap alınması gerektiğini ileri sürerdi. Ama Hoca böyle yapmıyor,
bilmediğimiz bir nedenle PKK’yi muhataplar listesinden çıkarıyor.
Bu vesileyle eklemek gerekir ki, bugünlerde piyasada adı en
çok geçen Kürt aktörlerini devlet kontrolünün görece daha güçlü olduğu alandan bu
kontrolün görece daha zayıf olduğu alana doğru sıralamamız gerekseydi İmralı,
BDP, Diyaspora ve Kandil şeklinde bir sıralama yapmamız gerekirdi. Bu sıralama,
aslında görüşme sürecinin topografyasıyla ilgili olarak da bir fikir vermektedir.
Ama temel
noktada Beşikçi Hoca kesinlikle haklıdır: Kürtler, Öcalan’la MİT arasında
PKK’den bile gizli yürütüldüğü izlenimi veren görüşmelerden kuşkulanmaktadır ve
bu kuşkular gayet yerindedir. Kürt
sorununun çözümü, ister bağımsız bir devlet kurmak şeklinde, isterse Türklerle
bir arada yaşamak şeklinde tecelli etsin, özünde Kürtlerin yaşadığı evin içinin
ve Kürtlerin komşularıyla olan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi demektir. Bu
durumda o evin içinde yaşayan herkesin kendi sözünü söyleme hakkı vardır. Görüşmelerin
üzerine oturtulacağı ana prensip bu olmalıdır.
İkinci bir prensip ise, aktörlerin kendi sözlerini söyleme
sürecinin devletin müdahalesinden arındırılmasıdır.
Muhatap
sorunu bu temel prensipler çerçevesinde düşünülmesi gereken bir sorundur. Çünkü
muhatap dediğiniz, nihayetinde bu temel prensiplere uygun olarak kurulacak ve
bu prensipleri hayata geçirecek heyet demektir. Dolayısıyla sadece Öcalan’la,
sadece PKK’yle, sadece BDP’le veya sadece Diyaspora’yla sınırlandırılabilecek
bir şey değildir. Muhatap, bunların tümünü ve burada sayılmayan diğerlerini de
kapsayacak daha geniş bir temsil demektir. Muhatap meselesinin kaidesi budur.
Bir kez
prensipler ortaya konulduktan sonra bunları hayata geçirecek mekanizmaları
yaratmak teknik bir iştir ve değişik koşullarda değişik biçimler alabilir.
Örneğin İspanya’da bir değil, iki tane müzakere masası kurulmuştu: Birinci masanın
etrafında Bask Ülkesi’ndeki legal kuruluşlar vardı: ETA’ya yakın legal parti ve kurumlardan meydana
gelen İzguierda Abertzale (Yurtsever
Sol), görüşmelerin yürütüldüğü dönemde iktidarda olan İspanya Sosyalist Parti’nin
Bask kolunu oluşturan PSE-EE (Bask Sosyalist Partisi-Bask Solu) ve
İzguierda Abertzale’nin muhalifi durumundaki PNV (Bask Milliyetçi Partisi). Bu
üçlü müzakereye Alt Hat adı
veriliyordu. Üst Hat olarak
adlandırılan ikinci görüşme masasında ise bizzat İspanyol Hükümetiyle ETA
müzakere yürütüyorlardı. Her bir Hat’tın öncelikleri farklıydı; ama her iki Hat’ta
yürütülen görüşmeler toplumun kılcal damarlarına yayılacak şekilde planlanmıştı.
Bizde kurulacak mekanizmaların İspanya’dakinin kopyası
olması gerekmez; ama söyleyecek sözü olan BÜTÜN toplumsal ve siyasal aktörlerin
sözlerini söyleyecekleri ortam ve olanakların yaratılması, işin temelini
oluşturur ve bundan vaz geçilemez. Bu hak, Abdullah Öcalan’a veya tek başına bir
başkasına devredilebilecek bir hak değildir. İsterse bu kişi veya aktör, BDP
gibi temsil kabiliyeti görece yüksek, gerektiğinde ölümüne direnmiş ve bedel
ödemiş birisi olsun.
Öte yandan
geniş çevrelerin tartışmaya doğrudan katılması demek, görece uzun bir tartışma,
derinleşme ve yaygınlaşma süreci demektir. Bunun olabilmesi için öncelikle
silahların karşılıklı olarak susması ve bağımsız bir Kürt devleti kurma seçeneği
de dahil her türlü çözümün açıkça tartışılabileceği özgür bir ortamın yaratılması
gerekir. Böyle bir ortamda yapılacak tartışmalardan çıkacak ortak sonuçlar,
PKK’nin ağırlığını oluşturduğu, ama değişik toplumsal kesimlerin de temsil
edildiği bir organ aracılığıyla müzakerelerin üzerinde yürütüleceği temel
haline getirilmelidir. Bu şekilde yürütülecek bir süreç sonunda her şey yolunda
gider de Türk devletiyle bir anlaşmaya varılırsa, PKK’nin lideri, bu uzlaşmayı
Kürtler adına imzalama tarihsel şerefini hiç kuşkusuz üstlenebilir.
Kısacası ne Öcalan barış sürecinin dışına itilmelidir, ne
de muhataplık işi keyfi biçimde belirlenecek bir kuruma havale edilmelidir.
Tersine, muhatabın oluşturulması, çözüm sürecine egemen olacak
demokratikleşmenin bir ifadesi ve ilk adımı olarak tasarlanmalıdır.
Fakat
MİT’le Öcalan’ın belirledikleri takvime bakılırsa her şey iki hafta içinde
bitirilecek, Öcalan da Newroz günü sonucu ilan edecekmiş! Anlaşılıyor ki Öcalan,
elinden silahlarını alacağı arkadaşlarıyla bile konuşma gereği duymadan MİT’le
el sıkışmış, sadece dostlar alışverişte görsün diye Kandil’e ve Avrupa’ya birer
mektup yollamıştır. Öcalan’ın, bir süredir “radikal bir demokrasi teorisi
geliştirdim” diyerek pazarladığı demokrasisi de bu olsa gerek. O demokrasi ki
bazı Türk solcuları tarafından da Ortadoğu’ya demokrasiye boğacak bir manifesto
olarak propaganda edilmişti!
Hayır,
bunun demokrasiyle ve bir halkın kaderini tayin etmesiyle bir alakası yoktur. Fakat kendi sözlerinin katılmadığı bir MİT mutabakatını
reddetme onurunu gösterecek PKK’liler, PKK’li olmayan Kürtler, Kadınlar, Alevi
Kürtler, Dersimliler, Zazalar, İslamcı Kürtler… vb.nin sayısı, bu tezgahı
kuranların düşündüklerinden daha çoktur. Kürtlerin ihtiyaç duyduğu, bir MİT
mutabakatı değil, demokratik bir toplumsal mutabakattır. Kalıcı olan budur.
Diğerleri kan ve gözyaşını arttırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Yaşayanlar, eğer
gerçekleşebilirse, bir MİT operasyonuyla kotarılacak “barış”ın kaç mevsim
dayanabileceğini kendi gözleriyle göreceklerdir.
Muhataplık
meselesinin demokratikleşmeyle ilişkisine dair yukarıda özetlenenlere “Türk
devleti bu kadar demokratikleşmeyi hazmedemez,” diye itiraz edecekler
çıkacaktır. Ama zaten Türk devleti demokratikleşmeden Kürt sorununun Türkiye
sınırları içinde kalınarak çözülebileceğini kim söyledi? Ham hayallere gerek
yoktur; bu iş, ya tam demokratikleşmeyle çözülür ya da Ortadoğu usulü. İkincisinin
nasıl bir şey olduğunu merak edenler Saddam’a ve Hafız Esad’a bakabilirler.
Kürtler’in çoğunluğu hâlâ birlikte yaşama seçeneğini açık ve kesin biçimde
reddetmediğine göre (en azından ben böyle bir şey duymadım), bu iki yol
arasındaki tercihi yapacak olan öncelikle Türk devleti, sonra da Türklerin
bizzat kendisidir.
2013-03-05

(*) Sözü edilen
röportajın geniş bir versiyonu için bkz: http://tr.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=38367

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.