Ana içeriğe atla

KAWA DAVASI SAVUNMASI VE KÜRTLERDE SYAS SAVUNMA GELENEG

VATE YAYINEV NDEN YEN B R K TAP!Cemil GündoganKAWA DAVASI SAVUNMASI VE KÜRTLERDE SYAS SAVUNMA GELENEGMahkemeler, iktidar ile ötekinin ideolojik ve siyasal plandakihesaplasma alanlarından biridir. Kürdistan’daki ulusal mücadelede bu belirlemeye bir istisna olusturmaz. Bedirxanlardangünümüze uzanan yaklasık yüz elli yıllık dönemde Kürt ulusalhareketine katılan birçok insan bu faaliyetlerinden ötürüyargılandı. Sanıklar mahkemelerde degisik tutum ve söylemlersergilediler. Bu tutum ve söylemlerin karsılastırmalı olarakincelenmesi, Kürt hareketinin tarihsel gelisimi, sosyalkompozisyonu, siyasal pozisyonları ve örgütsel sekillenisi gibibirçok konuda ilginç veriler ortaya koyabilir. Cemil Gündogan’ın“Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Gelenegi” adlı kitabı tam da bu konuyu ele alan dikkat çekici bir çalısma.Çalısma, iki kitaptan olusuyor: Yazarın genç bir direnisçiolarak 1982 yılında Elazıg Askeri Sıkıyönetim MahkemesindeKawa adına yaptıgı siyasi Savunma ile bu savunmanın yazıldıgıkosulları ve Kürtlerde siyasi savunma gelenegini ele aldıgı Sunus. Savunma, 1970’lerdeki Kürt hareketini daha yakından anlamak isteyenlerin incelemesinibekleyen tarihsel bir metin. Kürtlerde siyasi savunma geleneginin ele alındıgı Sunus iseOsmanlılardan 1984 yılına kadar yapılan yargılamaları ve bu yargılamalar esnasında sanıklarıntakındıgı tavırlarla yaptıkları savunmaları karsılastırmalı olarak ele alan bir inceleme. Bubölüm, Kürt hareketinin bir tür paralel tarihi olarak da okunabilir.Bu paralel “tarih”in dikkat çeken bir özelligi de, çalısmanın, Kürt cephesinde yapılanarastırma ve incelemelere damgasını vuran tarzın, yani Kürtlerle ilgili olarak geçmistekibilinmeyen ya da az bilinen olguları, olayları vb. sergilemekle yetinme tavrının ötesine geçmisolmasıdır. Yazar, çalısmanın popüler niteligini gözden kaçırmaksızın, eldeki malzemeyikonuyla ilgili bilimsel teorilerle alısveris içinde islemeye özen göstermis.Çalısmanın anılmaya deger bir diger yanı, yazarın Alttakiler’den yana ahlaki durusudur.Bazı Alevi aydınlarının, Türk Genelkurmayının; bazı Kürt aydınlarının da Amerika’nın politikmanevralarını kurtulus reçetesi sayarak temsil ettiklerini iddia ettikleri toplumsal kesimleri,sanki Türkiye’nin ve Dünyanın Merkezindeki güçlermis gibi hayal etmeye ya da öyle rolkesmeye basladıkları bir ideolojik atmosferde anılan toplumsal kesimlerin gerçek güçiliskilerinde tuttukları pozisyonları ısrarla hatırlatan bu durusu bir arastırma formatı içindeokumak sadece ilginç degil, uyarıcı da olabilir.Bu ve benzeri niteliklerinden ötürü, çalısmayı, Kürt hareketini, Kürtler ve Türklercephesindeki genel geçer kalıplarla degil de yeni bakıs açılarıyla ve verimli sorularla anlamakveya incelemek isteyen herkese öneriyoruz.VATE BASIN YAYIN DAGITIMAdres: Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sok. No: 18, Kat: 3 Beyoglu/stanbul Tlf: 0(212) 244 94 14E-mail: [email protected], [email protected]

 

'Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği' veya Savunmamın SavunmasıGönderen: Şakir Epözdemir (IP Kaydedildi)Tarih: 25 March, 2008 17:36Sayın Cemil Gündoğan tarafından kaleme alınıp Vate Yayınevince 2007’de İstanbul’da neşredilen “Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği“ başlıklı 558 sayfalık çok kıymetli kitabinin, tarih boyunca Kürtlerde “SAVUNMA” geleneği ve refleksi ile ilgili güzel ve yararlı bir araştırmayı, Kürt aydın ve siyasetçilerinin hizmetlerine sunmuştur.Yazarımız, özellikle Kuzeylı Kürtlerinin Osmanlıdan bu yana siyasi savunmalarını irdelemiş, bu savunmaları irdelerken, a)- TKDP (1968) davasında yargılanan Said Elçi ve Şakir Epözdemir’in 1968/69’da Antalya Ağır Ceza Mahkemesi önünde yaptıkları ve yazılı olarak sonradan mahkemeye ayrı ayrı gönderdikleri savunmalarını, b)-Paşa Uzun’un 19 Kasım 1980 ‘ de Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemelerinde DDKD’den ayrı ve tek başına yaptığı savunmasını , c) -Ala Rizgarî dergileriyle ilgili tutuklanıp 1980 de Diyarbakır’da yargılanan Kamil Sünbül’ün savunmasını, d)- 1982 Elaziğ Sıkıyönetim Mahkemelerindeki Kawa Davası Savunmasını, “Siyasi Savunma” olarak nitelemekte ve bu tarihe kadar ortaya çıkan savunmaların hemen hemen tümünü bu katagorinin dışında değerlendirmeye alıp bu savunmaların “ideolojik ve teorik savunmalar “ olduğunu kaydetmektedir.Araştırmacı yazarımız sırasıyla, a) -Osmanlı dönemi Yargılamaları, b)-Mütareke-Milli Mücadele Dönemi, c)- Şeyh Said Ayaklanması Yargılamaları, d)- Hoybon ve Yeni Diskur, e)- Kırkdokuzlar Davası Savunmaları, f)- TKDP Davası Savunmaları, g)- DDKO Davası Savunmaları, h)- 1975-80 Dönmi Savunmaları, i)- 12 Eylul Dönmi Savunmaları, j) -Rizgarî Davası Savunması, k)- Ala Rizgarî Dasvası Savunması, L)- Paşa Uzun’un Savunması, m)- PKK Davası Savunmaları, n)- Kawa davası Savunmalarını sıraladıktan sonra, en son 1984 Sonrasındaki Savunmalar başlığı altında diğer savunmaları değerlendirmeye almış bulunmaktadir.Burada, şahsen (kişisel) ve toplu halde savunma yapanların isimlerini tekrarlamak gerekirse, Siyasi Savunma yapanları sırasıyla TKDP Davası adına 1-Şakir Epözdemir, 2- Said Elçi, kişisel olarak : 1- Paşa Uzun, 2- Kamil Sünbül, Kawa Davası Adına 1- Cemil Gündoğan, 2- Hasan Hüseyin Yıldırım, 3- İbrahim İncesu, 4- Muhlis Bozkurt 5- Cemalettin Tünc’tür…Bu tesbitlerinden anladığım kadarıyla yukarda adı geçenlerin 1968 den 1982 ye kadar Türkiye Mahkemeleri önünde siyasi savunma yapmış olanlar bu isimlerden ibarettir.“İdeolojik, teorik savunma yapanlar ise “DDKO davasından toplu olarak savunmaya imza atanlar : 1- Faruk Aras, 2- Ferid Uzun, 3- Nusret Kılıçaslan, 4- Sabri Çepik, 5- Zeki Kaya, 6-Hasan Acar, 7- İhsan Aksoy, 8- İhsan Yavuztürk, 9- Niyazi Dönmez, 10- Ali Beyköylü, 11- Battal Bate, 12- Fikret Şahin, 13- İbrahim Güçlü, 14- Mahmud Kılınç, 15 Mümtaz Kotan, 16- Yılmaz Balkaş, 17- Yümnü Budak’tır.DDKD adına 1975/80 döneminde İkram Delen, Ahmet Göksoy, Hamit Geylani, Mustafa Aksakal, Rüştü Mütevelizade ve arkadaşlarınca verilen toplu savunmalarını, 12 Eylul döneminde PKK davasında Yılmaz Dağlum, H.Atmaca, M.Keser ve Kawa Davası sanıklarından Cemal Miran, Celal Avcı, Rizgarî davasından Ruşen Aslan ve Mumtaz Kotan’ ın da “ İdeolojik ve teorik Savunma“ yapmış olduklarına şahid oluyoruz.PKK Davası Savunmasının hazırlık safhasını tamamlayanlar ise Şükrü Gülmüş, Selim Çürükkaya, Huseyin Yıldırım, Mazlum Doğan, Kemal Pir ve Mehmed Hayrı Durmuş olduklarını okuyoruz .( s.252 ) 1984’ten sonra “ulusal savunma” yapanlar ise başta Komal Yayınevinin sorumlusu Recep Maraşlı olmak üzere, TİKKO davası sanıkları, Kawa Davasından Celal Avcı, Ahmed Aygün, Mahmud Şahin ve Şefik Gülaçtı’yi tesbit edebildim.Ayrıca 12 Eylül 1971 tutuklamalarıyla savunma yapmayanların TKDP, KİP (DDKD), KUK, TKSP ve Tékoşin’i okuyoruz. Bu dönemde İdeolojik savunma yapanlar, Alarizgarî ve Rizgarî dir. Siyasi savunma yapan örgütler ise Ala Rizgarî, Kawa ve PKK' dir.CG’nin Celaded Bedırhan’ı, Mustafa Kemal’e yazdığı mektubundan, Kadri Cemilpaşa’yı “Doza Kurdistan“ eserinden ve Beytar Nuri Dersimî’yi de “Kürdistan Tarihinde Dersim“ adlı kitabından dolayı ‘Hoybon savunmaları‘ olarak değerlendirmiştir.Ancak, Mustafa Remzi Bucak’ın ABD’den “Başvekil İsmet Paşaya Açık Mektup veya Neden Türkiyede Federasyon Kurulmasın“ mealindeki mektubu da 1963’ler de çok pupüler bir “savunmaname “ olduğu halde, değerlendirilmeye alınmamıştır.Ayrıca 1984’ten sonra gerek İsmail Beşikçi Hoca’nın İstanbul 2 No’lu DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA yazılı olarak verdiği 7 adet savunma ve gerekse DEP milletvekillerinin 1994’te Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi başkanlığına sundukları savunmalarının kitapta yer almamış olması bir eksikliktir diye düşünüyorum..Sayın Beşikçi’nin -Savunmalar– adlı kitabında, 1-Devletlerarası Sömürge Kürdistan, 2- BİR AYDIN, BİR ÖRGÜT ve KÜRT SORUNU, 3-Bilim,Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrası ve Kürt Sorunu kitaplarıyla ilgili savunmalarının hangi savunma modeline alınacağını gerçekten merak ediyorum. (bak: Melsa-Belge Yayınları : 1,birinci baskı Mart 1991 )Bana göre DKP’nin Anayasa Mahkemesince kapatıldığı yakın tarihte Şerefeddin Elçi’de 10. *****hurbaşkanı Ahmed Necdet Sezerin Başkanlığındaki Anayasa Mahkemesi heyetinin huzurunda yaptığı DKP savunması da nefis bir savunmadır. Bunun hangi kategoriye gireceğini veya hangi türden bir savunma olduğu takdiri CG’ ye aittir.“DEP MİLLETVEKİLLERİNİN İDDİANAMEYE KARŞI SAVUNMALARI” başlığı altında 153 sayfalık bir kitapta yer alan savunmalar da sırasıyla Ahmet Türk, Leyla Zana, Orhan Doğan, Sırrı Sakık ve Hatip Dicle tarafından ayrı ayrı kaleme alınan savunmaların değerlendirmeye alınmasında da yarar görüyorumBöylece Bedirhan Beyden, Bedirhanilerden, Şeyh Said, Seyd Rıza ve Xoybon’dan 49’lara, 23’lere, TKDP’ ye, DDKO’lulara ve oradan 1990’lara kadar bütün örgüt ve misyonların mahkemeler karşısında ki duruşlarını veya gerek Osmanlı ve gerekse *****huriyet yöneticileri karşısındaki tutumlarını bu kitab sayesinde değerlendirme fırsatını elde etmiş olacağız.CG’nin araştırmalarına katkım olsun diye birkaç not da ben sunmak istiyorum:Mîr Bedirxan (Bedirhan Beg ) kendini ve ailesini güvenceye alıp Osmanlılarla savaşmadan Hırvatlı Osman Paşa ya teslim oldu. Aile efradını ve bazı yakınlarını yanına alarak İstanbula gitti veya götürüldü. Sultan Abdulmecid O’nu hüzüra aldı ve sebeb-i isyanını sordu. Bedirhan Beg, Ömer Heyyam’ dan bir dörtlükle Padişahı cevapladı. “Eğer ben suç işlesem, sen de beni cezalandırırsan, o zaman senin benden ne farkın kalır ?”. Kürtçede söylenen “- jı biçûkan qısûr, ji mezınan efû (léborîn) atasözünün, yanı “ küçüklerden kusur,büyüklerden af “ deyimiyle 1000 yıllık hanedanlığın varisi ve “Peymana Pîroz = Kutsal İttifakın“ başkanı olan Bedirhan Beg bu cevapla sadece kendini kurtarmaya çalışıyor ve Sultanla çok iyi geçindiği için sürgününden 10 yıl sonra (1958 yılında ) Miralaylıktan Paşalığa terfi ediyor.Bu da (sözde) bir savunmadır.Ama bu savunmanın Kürtlerle ve Kürdistan meselesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Gündoğan’ın “biat” dediği geleneksel Kürt önderlik teslimiyetçiliğinin kökleri Bedirxan Beyden çok daha ötelere gitmektedir. Bedirhan Beyin yanında yer alan Hakkari ve Mahmudi Beylerinin sürgünden sonraki ifadelerini de DOZ Yayınları tarafından neşredilen ve Sinan Hakan tarafından kaleme alınmış “1817-1867 dönemindeki, Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri” adlı kitabı sayesinde okuma fırsatını bulduk ve okuduk. ‘Kutsal İttifakın Önderleri durumundaki bu üç şahsiyetin ifadelerinden kisa örnekler sunmak istiyorum: Adı geçen kitabin 242 sayfasında Bedirhan Bey’in ifadesinden birkaç satır okuyalım :“- Ben padişahimin özgürlüğü kabul etmez kölesi ve ailem cariyesi ve evladım dahi kölezadesi olduğundan, diler cümlemizi denize bıraksın diler merhameten af büyürsün. Şan-ı Şahaneye ne düşer ise onu icra buyursun. Alelhusus, küçük bir adamın biri kabahat eder ise, büyüğün şanı af etmektir.” Han Mahmud Bey (Van- Hoşab), biraz daha dik durmaya çalışıyor.Bakın aynı kitabin 245 sayfasında ne diyor : “-Ben asla kabahat etmedim. Ancak, kabahat etti derlerse, kabahat benimdir, ne çare? Böyle oldu! Ben padişahımızın bayağı ve fakir bir kuluyum. Ne ferman buyurulursa cümlesine razıyım.”Nurullah Bey (Hakkari), Padişaha yazdiği ilk arznamesinde (sayfa 273) şöyle diyor: “- (…) Naazubillah-i Teala, Bedırhan ve Han Mahmud gibi direnişçi sınıfından değiliz. Harun el- Reşid zamanından şimdiye kadar silsilemizden hiçbir kimse haddını aşmış veyahut itaat dairesinden çikmış ise (o zaman) kölenizin dahi Kürt olma ihtimalı vardır..” Belki Kürdistan eşraf ve ruesalarının divanlarında Bedirhan Paşa , bu tavrından dolayı hep yüceltilmiş ve mirleri akıllı davrandığı için takdir edilerek, Bedirhan Beyin bu akıllı davranışını kendilerine örnek almışlardır. Kürtlerde geleneksel teslimiyet ve ‘bîat’ da böylece her tarafta kökleşmiştir.Aşiret Mekteplerinden, Rüştiye, İdadiye ve Osmanlıların kurmuş oldukları okullardan mezun olan kuşaklar ortaya çıkmadan, biz tarih sahnesinde Haci Ahti’ları ve Cıbranlı Halıd Beg’leri görememişizdir..Kürtlerde bir atasözü var : ‘ Desté ku tu nıkarıbî bitewînî ramîs e.’ Türkçesi : ‘ Eğilmiyen eli öpeceksin.’ Bu deyimler adeta Kürtlerin damaklarına işlenmiştir.Şeyh Ubeydullah’ın birkaç gün içinde Kürdistanının büyük bir kısmını İran Şahlığından geri aldıktan ve İngilizlerin baskısına dayanamayan Sultan Abdulhamid’in çağrısına uyup teslim olduktan sonra, İstanbul da Yüce Sultan’ın eşiklerine vardığında, kendi müridi ve mensubu olan Sultan Abdulhamid’e hangı mazerette bulunup af dilediğini merak ediyorum. CG’nin bazı kaynaklara dayanarak güzel ve kulaklara hoş gelen tesbitleri de vardir.(s.144 ve devamı):Cibranlı Albay Halit Bey: “- Karşınızda yalnız değilim. Arkamda İran, Mezopotamya ve Türkiye de muazzam bir Kürt Ulusu bulunmaktadır. Bugün beni asıyorsunuz,fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız da sizleri yok edeceklerdir.(Sasuni 1992: 192.)Ermeni Yazar Sasuni’den alınan bu kısa ama çok anlamlı savunmalar, Cibranlı Halıd Bey, Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, Bitlisli Koçzade Eli Rıza Bey, Kemal Feyzi, Dr.Fuad, Dava Vekili Haci Ahti, Şeyh Said Efendi, Diyarbakırlı Avukat Tevfik Bey tarafından verilen veya darağacına giderken söylenen kısa ama anlamlı savunmalarıdır ve gelecek kuşaklara çok önemli mesajlardır bunlar.Bu arada Hénéli Salıh Bey’in inançlı direngenliğini de kaydetmek istiyorum. Salih Beyi sorgulayacakları gün, duruşmadan önce kendisini hapishaneden çıkarıp bir manga askerin nezaretinde ve bir Binbaşinin gözetiminde o gün sabaha karşı asılmış bulunan ve darağaçlarda asılı duran arkadaşlarının önünden geçiriyorlar. Tam darağaçların hizasına geldikleri zaman Binbaşı, Salih Bege “- Salih Bey, sağa bak.” Diyor. Salih Bey işin farkındadır. Binbaşıya “- Sen bak oğlum, sen !.. Ne zamanki bir milletin önderleri ve liderleri özgürlükleri için dar ağaçları göze aldı, işte o zaman o mılletin özgürlüğü yakındır. Sen bak oğlum, sen..! ” diyor.Dilden dile dolaşan ve 1960’larda yaşlı milliyetçiler tarafından kulaklarımıza fısıldanan bir çok cesur savunma örnekleri vardı. Büyük önder Seyîd Rıza ile ilgili aklımda kalan, o darağacına giderken çok düşünceliymiş, hakim bunun sebebini sormuş ve Seyîd Rıza şöyle bir cevap vermiş : “- Ben asılacağım diye üzülmüyorum. Arkadaşlarımdan geri kaldım diye üzülüyorum.” Demiş. Arkadaşlarım derken Şeyh Said Efendi ve arkadaşlarını kastetmiş.Şeyh Said Efendi ile ilgili hep duyduğum “- Ben Bağımsız Kürdistan temelini attım. Gelecek kuşaklar bu temelin üstünde mutlaka bağımsız devletlerini kuracaklardır.” Şeklindeki sözleri idi. Bu söylentiler 1960’lar da biz ulusalcı Kürt’lere büyük moral veriyordu.Şeyh Said Efendi’nin kardeşi Şeyh Abdurahim teslim olmamış, dağa çıkmış, takibat altındadır. Devlet bir dostunu ayarlıyor ve “ gelsin teslim olsun, onu serbest bırakacağız “ diye. Şeyh Abdırehim Efendi Kürtçe olarak “ Here béje Tırko, Ebdırehim teslim nabi.” Türkçesi :’ Git onlara söyle Abdurahim teslim olmaz.’ Bana göre en büyük savunma önderlerin teslim olmama kararlılığıdır.Bütün bu söylenenlerin doğru olduğunu varsayalım. Darağaçların altına gitmeden önce söylenmesi gereken o kadar çok şey varken, neden hep son söz olarak bir iki cümle ile yetindiklerinden bir şey anlamıyorum. Kürtler, Osmanlılarla 1514’ten beri anlaşmalı bir ittifaktadırlar. 330 sene bu ittifak maddeleri harfiyen yürülükte kalmış. Peki 1830’lar da başlayan Kürdistan hükümet ve sancaklarının tasfiyesinden sonra bir tek Kürt bu ittifakın şartlarını Osmanlılara hatırlattı mı ? Ben şahsen hiçbir Kürt Beyinden veya 2. Meşrutiyetle başlayan Kürt Aydın Hareketlerinden bu konuda bir çıkışlarını duymadım. Peki neden Bedirhan Beg de dahil hiçbir Kürt önderi 500 yıllık andlaşmadan söz etmiyor? Çünkü Kürt Aydınları Kürt tarihinden uzak kalmışlardır ve çünkü Kürdistan yöneticileri olan hanedanlıklarda geçmişle ilgili tarih yazılımlarını kendilerine dert etmemişlerdir. Ve en önemlisi, bizler Zerdeşt dininin tesiri altında kalan bir milletiz. Hala daha Yezidilerin bütün dini bilgileri ezbere söylenen birkaç söylemden ibaret değil mi?Şimdi düşünün, Kürt Merwani Dewleti, Abbasileri örnek alarak ve Ben-u Ezrak gibi vakkanivisleri sayesinde bir belge bırakmıştır. Eyyubiler, Mısır’ın geleneklerini örnek alarak saatı saatına bütün olayları kayda almışlardır. Şeref Xan İranda doğdu, Şah Tahmasp’ın sarayın da İran Prensleriyle beraber okudu, en yüksek düzeyde yetişti ve böylece Şerefnameyi bize miras bıraktı. Osmanlıdan *****huriyet Türkiyesine kadar Kürtler, kendi ulusal hukukları için şu iki noktada tavır almak zorundaydılar: ya “-arkadaş, ben tarihi beraberliklerden ve antlaşmalarla verilen sözlerden vazgeçtim. Seni tanımıyorum. Ayrılmak istiyorum. Seninle beraber yaşamak istemiyorum” deyip, özgür ve şerefli bir ulusun fertleri gibi karşı koyacak, veya tarihi, coğrafi, dini, iktisadi, sosyal ve her türlü müştereklerini ortaya koyup 500 yıllık ortak geçmişlerini dile getirerek, beraber olmanın faydalarını ortaya koyup meşrü hak ve hukuklarını savunacaklardı.Ben ikinci yolu seçtim. 1968’de bilgi birikimim o kadar dı ve ben o bilgi birikimime göre Kürtlerin haklılığını, Türk İdarecilerinin de 46 yıllık haksızlıklarını ortaya koymuş ve “dostlarınıza düşman muamelesini yapmayın” demişimdir. Peki, neden Bedirhan Beg, Han Mahmud, Nurullah Beg, Ezdin Şér, Şeyh Ubeydullah, Seyid Abdulkadır, Bedirhaniler, Şeyh Said Efendi, 49’lar, 23’ler, DDKO ve hemen hemen herkes, bu iki yoldan birini seçmedi. Ya ayrılacaksın. Ulusal varlığını ortaya koyacaksın, ki bu noktada, her bakımdan Kürtlerin haklı ve geçerli sebepleri vardır. Veya Osmanlılarla ve daha sonra Türklerle beraber, eşit haklar seviyesinde yaşamayı tercih edeceksin ki, benim şu anda da bu ikinci noktadadır görüşüm. Gerekçelerim de vardır. Türklerle beraberliğimiz sadece bizim faydamıza değil, Türkiye’nin, Türklerin ve belki de tüm Ortadoğu halklarının da faydasınadır. Hatta gönüllü birliğimizin dünya barışına da katkısı vardır.Her iki noktada da bir millet gibi, dünyadaki şerefli bir ulus gibi dimdik durmak zorundasın. Cıbranlı Miralay Halid Beyin, Mesut Barzani’nin, Mustafa Barzani’nin ve Kadi Muhammed’in durduğu gibi duracaksın. Cemil Gündoğan bütün bu savunmaları sıralarken “Siyasi Savunmalar “ kategorisinde 1. sırayı TKDP’nin 1969 savunmalarına ve dolayısıyla bana vermiştir. ( bk: CG- s. 171 ve 248)Samimi bir duyguyla belirteyim ki ben bununla sevineceğime, Kuzey’li Kürtler adına üzülüyorum. Onca yüce insanların önüne geçmenin mahcubiyeti içindeyim. İsmail Beşikçi Hocamız da DDKO ile ilgili son tahlillerinde (BİR- Dergisi- 2007-sayı 5 sayfa 127) de “- Kanımca, Şakir Epözdemir’in savunması ilk siyasal savunmaydı “ diyor...Kocaman Kürdistan da, bunca kahramanlar, cengaverler, hanedanlar, asilzadeler, şeyhler, ağalar, alimler ve ulemalar, aydınlar, enteller ve karyer sahipleri dururken, benim bu tarihi ve kadim milletin meşrü ve haklı davasının “ Ulusal Savunmasında “ bir numara olduğuma gerçekten üzülüyorum. Okuyucuların izniyle benim bu durumumu veya Kürtlerin -Türkiye Kürtlerinin- bu dramını özetleyen bir Kürt halk hikayesini tekrarlamak istiyorum :Vakti zamanında bir köyden bir köye gelin vermişler. Köyler biribirlerinden uzak. Ne gelen var ne giden. Aradan epey zaman geçmiş, bir gün gelin hanımın doğup büyüdüğü köyden bir misafir gelmiş onlarda konaklanmış. Gelin hanım bu misafirden köyün durumunu ve ailesini sormuş. Misafir “_ Ailen çok iyidir, senin kardeşin de şu anda köyümüzün muhtarıdır.” Demiş. Gelin, başlamış hüngür hüngür ağlamaya. Sormuşlar “ neden ağladığını “, gelin : “- Benim kardeşim köye muhtar olduğuna göre, demekki köy harab olmuş. Demekki köyde adam kalmamış.” Demiş. Ben de bunun için üzülüyorum ve gerçekten bazen Kuzey Kürdistanda ki 20 milyon Kürdün haline bakarak o çaresiz gelin misali Yürkiye Kürdistanı’nın haline ağlıyorum. Kürtlerin neden bir ulus gibi dimdik durmadıklarından hiçbir şey anlamıyorum.İster inanın, ister inanmayın; neşredilen Savunmam adlı kitabımın 125.Sayfasında yer alan ,“DİYARBAKIR’DA AVUKATLARDA VARDI” başlıklı anlatımım harfiyen doğrudur.Yine ister kabul buyurun ister bunu bana çok görün, 27.09.1968’de biz toplu olark Antalya Ağır Ceza Mahkemesinin önüne çıkmadan bir kaç saat önce Ceza Evin de Said Elçi ye “- Biz bu güne kadar hiç mahkemelerin önüne çıkmadık. Hiç bir pratiğimiz yok. Nasıl davranacağımızı bilmiyoruz. Bize bu konuda biraz bilgi ver.” Dediğimde Genel Sekreterim: ” Ben kimseyi yönlendiremem” cevabını vermiş ve çeşitli raportajlarla bu durumu her yerde açıklamışımdır. Mahkemeye çıktığımızda ve ifadelerimiz alındığında, Ömer Turhan’dan sonra ve 2. sırada Mahkeme Heyeti Başkanının gözünün içine bakarak “- Doğu ve Güneydoğu Anadolu dediğiniz yer Kürdistandir. Orada Kürtler meskundur. Bu parti Kürtlerin haklarını aramak için kurulmuştur.” dediğimde savunma yaptığımın farkında değildim. Ben sadece Mahkeme Başkanının bana “- Bir sınıfın, diğer bir sınıf üzerinde tahakkümünü kurmak gayesiyle bir cemiyet kurmuşsun “ sorusunu düzeltmek için yukardaki cümleleri dile getirmiştim. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı bana başka bir soru tevcih etti : “ Neden siz başka partilerin bünyesinde bu hakları talep etmediniz ?” sorusuna, “hiçbir partinin programında Kürtlerle ilgili tek bir cümle yok” diye cevapladım. “- Peki mecliste temsilcileriniz var, neden onlar bu davaya sahip çıkmıyorlar” sorusuna “- Zaman zaman Dr.Yusuf Azizoğlu gibi büyüklerimiz bu konu da seslerini yükselttiler, ama Bakan da olsa, Başbakan da olsa, bir Kürt siyasetçi hak talebinde bulundumu onu sustururlar, tıpki Dr. Yusuf Bey'in susturulduğu gibi “.diye cevapladım. Başkan , “ Nedir eksik olan “ şeklinde bir soru sordu. “- Türkiyede Doğu ve Batı Bölgeleri arasında korkunç denge uçurumları vardır, ekonomik ve kültürel uçurumlardır bu uçurumlar .” dedim.Burada Savcı devreye girdi ve Mahkeme Başkanının “kültürel uçurumdan ne kastettiğimin sorulmasını” istedi. Ben aynen şöyle bir cevap verdiydim :“- Siz kendi dilinizle, biz ise sisin dilinizle okuyoruz.. Doğu’da bütün okuma imkanları ful olsa, okumada fırsat eşitliği de bulunsa, Kürtler kendi dilleri ve çevre kültürleri ile okumadıkça gelişemezler, kültür seviyeleri yükselmez; bu iddialarım bilimseldir. Bu yüzden Kürtlerin kendi dilleriyle okumaları gerekir. Bu bölgede tedrisatın Kürtçe yapılması gerekir ” diye cevapladım.Başkan bir soru daha sordu : “- Neden Şeyhleriniz ve ağalarınız bu konuda çaba göstermiyorlar ?” Galiba , Mahkeme Başkanı bunca büyük problemin bizim gibi sıradan kimselerin işi olmadığını, ‘daha olgun ve daha dolgun’ kişilerin işi olduğunu düşünerek bu soruyu sordu. Ben de, “- On’lar bizim şeyhlerimiz ve ağalarımız değiller..” deyinca “- Ya kimin Şeyhleri ve ağalarıdırlar ?” dedi ve cevabini aldı : “- On’lar, *****huriyetin şeyhleri ve ağalarıdırlar.” dedim.Özet olarak savunmadan habersiz ve mahkeme kuralları hakkında tecrübesiz biri olarak mahkeme başkanıyla aramızda geçen soru cevaplar böyle geçti. Mahkeme Başkanı kırık bir teyb gibi bizden bilgileri alıyor ve sorulara verilen cevapları veya uzun savunmalar bittikten sonra, kafasını sallaya sallıya ve kendi uslubuyla, biraz da deyimlerimizin içini boşaltarak zabıtlara geçiriyordu. Hiç kimse Faik Bucak’a “Bucaklıoğlu” der mi?. Bizim Avukat Faik Bucak tabirimizi “Bucaklıoğlu” diye zabta geçiren Mahkeme Başkanının kendisidir.Gerçi yukarda tekrarladığım ifademin bütün amareleri karar metninde mevcuttur ve CG beni bu yüzden “ Siyasal Savunmacılar” kategorisinin başına almıştır, ama Mahkeme Zabitları tamamen söylediklerimizi yansıtmıyor. Bizim kullandığımız dil, zabitlara geçen dil değildir. O dil Mahkeme Başkanının ve mahkemenin dilidir. O zamanın mahkemeleri henüz ıhtısas mahkemeleri değildi ve siyasi mahkemeler henüz yoktu. Mahkeme Başkanının iyi niyetli sorularından da bu anlaşılıyor. Düzeltme hakkımız vardı. Reis söylemlerin bütününü zabta geçirdikten sonra , gözümüzün içine bakarak “ tamamı “ diye sorardı. Ben şahsen çok tedirgin olduğum için “ tamamdır “ demiştim. Neden tedirgindim diye soracak olursanız, ben arkadaşlarımdan tedirgindim. Ben sınırı aşmıştım. Kürdistan demiştim, Partiyi savunmuştum, Donkişotluk ve belki de ucuz kahramanlık yapmıştım. Benim ifadelerimle mahkeme salonundaki hava kurşun gibi ağırlaştı.Hiçbir Avukat kılını kıpırdatmadı. Said Elçi rahmetliye sıra geldi ve o anda anladımki biz savunma yapıyoruz. Artık iş işten geçmişti. Gerçi ben bir daha söz alabilirdim ama mahkeme usulu hakkında hiçbir bilgim yoktu ve zaten söylediklerimle partiden uzaklaştırılma noktasına gelmiştim. Yanı tabirde kusur yoksa ‘ çizmeyi aşmıştım ‘.Said Elçi çok acıklı bir nutuk çekti. O büyük bir hatipti. Said’in ses tonu da harikaydı. O, mahkemeye hitab ederken Zabit Katibesi gözyaşlarını tutamıyordu. O’nun da söyledikleri olduğu gibi zabıtlara yansımadı. Yine Mahkeme Başkanının tekrarına göre yazılmış oldu ama Keké Said’in Türkçesi ve kurduğu cümleler daha düzgün olduğundan Mahkeme Başkanının beyin alıcısı daha iyi kaydetti ve Said’in ifadeleri daha anlaşılır bir şekilde zabta geçti. Said Elçi de başkanın “tamam mi? “ sorusuna “ evet tamamdır “ dedi.Şemsi Arıdıcı’ da -mahkemelerin usulunu bilecek ki- savunma yaptı. Güzel bir girişle Kürtlerin ve Türklerin tarihi beraberliklerini dile getirdi. Şemsı Usta partili değildi ve onun iradesi özgürdü. Ayrıca aslen Tillo’lu olmakla beraber kendi deyimiyle 1968 den geriye doğru tam 36 seneden beri öz Diyarbakırlı sayılıyordu. Şehirliler daha düzgün konuşur. Ahmedé Xani, Melayé Ciziri ve Ahmed Arıf şehirli oldukları içindir ki kimse onların yerini hala dolduramamıştır.Ağır Ceza Mahkeme Heyetinin önüne çıkmadan önce savunmalarla ilgili teklifimi Kek Said’e ısrarla tekrarladığım doğrudur. Ancak birinci celsede ve mahkeme önünde çok rahat bir eda ile Kürtlerden, Kürdistan’dan, Kürtlerin siyasi, ekonomik ve kültürel haklarından açık bir şekilde söz ettikten sonra, Said Elçi başta olmak üzere, gerek arkadaşlarımdan ve gerekse ta Diyarbakır’dan zahmet edip gelen avukatların soğuk tavırlarından dolayı, bir daha hiç kimseden savunmamla ilgili yardım istemedim. Bana yardımcı olan Tatvan Şehidi, en az Haci Ahti ve Doktor Fuad kadar yürekli ve bilinçli olan Kardeşim Şevket Epözdemir Hocamdır. Ayrıca savunmamın müsveddelerini daktiloya geçirmeme yardım eden inançlı, bilinçli ve en az Hemzayé Miksî kadar vefalı, cefakeş rahmetli amucam Ali Epözdemir’dir.Avukat olarak o gün orada Tahsin Ekinci, Hamid Karakoç ve İhsan Biçici’yi hatirliyorum. Hamid Karakoç söz aldı ve “- Burada suçü kabullenenler var, bunun yanında bu suçla ilgilerinin olmadığını söyleyenler vardır. Bu durumda suçu kabullenmeyen arkadaşların tahliyelerini talep ediyorum.” dedi.Mahkeme zabıtlarından da anlaşılacağı gıbı arkadaşlarımızdan 6’sını tahliye ettiler. Parti ile ilgimiz yoktur diyen Derviş Akgül ve Şefik Issı arkadaşlarımızı tahliye etmediler. Bunun sebebi de o arkadaşlarımızın şahsi dosyalarındaki diğer ifadeleri idi. (Bak: Epözdemir 2005 s.78 ve 114 )Ben ve Ömer Turhan 27.01.1968 günü Diyarbakır Sorgu Hakimliğinde TKDP’ye sahib çıkmıştık. Ben sorgu hakimine “- Muş Otelin de yakalanan evrakları, bir metal kutu içinde ve kitli olarak Şefik Issı’ya verdim, Şefik Issı’nın bu evraklardan haberi yoktu “ demiştim. (bakınız : Epözdemir 2005-S-124). Aynı günde ve saatlarda Diyarbakır Baro Başkanı Şeyh Edip Altınakarla kitapta naklettiğim konuşmaları da gerçekten yapmıştım. 30 yaşındaydım. 4 çocuk babasıydım. Çocuklarımı ve tüm ailemi seviyordum. PTT Memuruydum. Maceracı değildim. Ama Kürdistan Davasına her şeyden çok inanıyor ve ülkemi her şeyden çok seviyordum. Bu ülke sevilmeseydi, onca kahraman onun yoluna canlarını verirler miydi?2005’te neşredilen Savunmam adlı kitabimin (sayfa 123/24/25 te) ‘OPERASYON’ başlıklı bir hatıramı kaydettim. Çoğu insanların hoşuna gidemeyeceğini bile bile o doğruyu benden sonra ki gençlere örnek olsun diye kayda aldım. Ben Haydarı Kampı'nı okumadan ‘okudum’ diyebilir miyim?. Ben inançlı bir insanım, Hazreti İbrahim Peygambere iftira edebilir miyim?. Yanı” Hazreti İbrahim’in iradesini seçtim‘ diyorsam, seçmişimdir ve o gece Diyarbakır MİT Başkanlığında beni sorgulayan zevata ‘Kürtler bir milletir ‘ demiş ve bu realitenin savunmasını uzun uzadıya yapmışımdır.İnsanlar 40 yıl sonra da olsa bazı doğrularını açıklayamazlar mı? Benim hatıralarımın neresinde abartı var? Ankara’dan geldiğini söyledikleri MİT’in takriben 45 yaşlarındaki yetkilisi, en sonunda “- Brawo arkadaş! Bende heyecan var ama sen de hiç heyecan yoktur.“ dedi. İşte o soğukkanlılığım Hz. İbrahim’in iradesi veya Haydari Kampında günlerce en ağır işkenceye dayanan Yunanlı partizanlarının bana öğrettikleriydi.70 yaşına gelmiş bulunuyorum. 50 yıllık siyasi, ticari ve sosyal hayatım ortadadır..Ben ne maddi ve ne de manevi hiç kimseden, hiçbir şey istemedim. Beni seven, sayan dostlarım vardır. Bana destek olan dostlarım da. Ama ben Kürtlüğümü hiçbir zaman mala ve makama çevirmek istemedim, istemeyeceğim. Bunun için vicdanım rahattır.Diyarbakır Avukatlarından Behçet Nergiz, siyasetle ilgilenmeyen Kürt meselesinden uzak biriydi. Bir gün Behcet Nergiz Diyarbakır Cezaevinde bizi ziyarete geldi. Henüz yeni tevkif edilmiştik. Misafirlerimizin çokluğundan olacak, Behçet Beylen ben ilgilendim.Behçet Nergis bana tutuklamamıza neden olan örgütün, yani TKDP’ inin kuruluşunun gerekli olup olmadığını sormuştu. Bende örgütlerin ve örgütlenmenin gerekliliği üzerinde ona uzun bir nutuk çekmiştim. Ben, “ Toplumsal uyanışlar ve toplumsal hareketler, coşan büyük seller gibiler, tarihin belirli dönemlerinde evrimleşen bu hareketler ortaya çıkınca, eğer güçlü örgütler bu hareketler karşısında bir set oluşturmazlarsa ve bu sellerin akışına bir yön vermezlerse büyük felaketler ve tahribatlar meydana gelir” Dediğim de siyasetle hiç ilgilenmeyen Behçet Nergiz’in bana hayretle bakışını hiç unutamam. Sanki içinden bana “- Şu çocuğa (30 yaşındaydım) bak, kendisinden büyük laflar ediyor. Tarihin evrim şelalesinden bahsediyor.” der gibi beni iyice süzdü ve çıktı gitti.Peki ben bunları nereden biliyordum? Bu büyük lafları Süriyeden gelen siyaset ve örgütlerin tanzim ve yönlendirme uzmanı ( Kâdir ) Reşidé Hemo’dan öğrenmiştim. O, bu doğruyu çok daha teferuatlı açıyordu. Yukarda “ kendi dilleriyle ve çevre kültürleriyle okumayanların kültür seviyeleri yükselmez “ deyimini kafamdan çıkarmamıştım. Mahkemeye çıkmadan bir hafta önce Stalin’nin “Marksizm ve Milli Mesele”sini okumuştum. Bunun için Mahkeme heyetine “bu iddiam bilimseldir.” diyebilmiş ve demiştim..Stalin’i hiç sevmedim ama onun bu tespiti doğrudur. Keşke Kürt aydınları son 40 yılda sadece Stalin’in bu tavsiyesi için çaba göstermiş olsalardı. En azından şimdi bu makaleyi Türkçe yazacağıma, Kürtçe yazmış olacaktım.Peki TC o günden bu yana 40 yıldır Kürtlere kendi dil ve gelenekleriyle eğitim hakkı tanımadı da ne oldu? Bu 40 yılda ne kazandı, ne kaybetti ? Kürtler ulusal ve demokrat bir örgüt içinde toplanıp Kürtlerin hızlı uyanışını iyi kanallarla düze çıkarma fırsatını yakalamadılar da ne oldu? Olanlar önümüzde duruyor. Olanlar o günlerde düşündüğümüzden de daha kötü sonuçlar doğurdu. Büyük tahribatların farkında olmamak için kör ve sağır olmamız gerekir.Kürtler, başka bir dil ve dejenere bir kültürle okuyarak sadece asimile oldular ve sadece benliklerinden uzaklaştılar.. Okumayı bırakıp devrimcilik yapanlar ise sonunda yoruldular. Onların devrimleri Kenan Evrenin darbesiyle tuzla buz oldu ve bütün Kurdistanı zindana çevirdi. Sonuçta devrimcilerimiz de aydınlarımız da yüzde doksan dokuzu asimile oldular, evlerinde konuşulan ana dilleri Türkçeleşti. Kürtçe bilmeyen gelinler ve Kürtçe bilmeyen torunlarla birlikte onlarda asimile olmaya başladılar. Ayrıca yurtsever gençlerin binlercesi, belki de onbinlercesi, hem ailelerinden oldular, hem de bir aileye kavuşmadan yaşlandılar. Böylece,1975/80’ler de, hızlı devrimcilerimiz büyük bir evrim mücadelesini verdiler. Kürdistan evrimleşti. Göklerdeki bulutlar gürledi ve birden bire seller ve tufanlar kalktı. Sellerin önünde ne kanal vardı, ne baraj. Peki ey teoriden çok iyi anlayanlar! Allah aşkına bizi nereye götürdü bu seller, bu fırtınalar? Biz şimdi nerdeyiz ? Her halde Nuh’un gemisindeyiz.. Keşke Nuh’un Gemisinde olsaydık, hiç olmazsa sonumuz selamete kavuşur, Allahın seçkinlerinden olurduk.2008Şakir Epözdemirhesinker@ gmail.com Rizgari(akt)Devam edecek..

'Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği' veya Savunmamın Savunması -2- Şimdi müsaadelerinizle ‘ Savunmamın Savunmasına ‘ geçeyim : Her şeyden önce CG’nin belirttiği gibi savunmamın daktilo nüshası ile kompitürdan kitaba aktarılmış olan savunma metni arasında bazı ciddi değişiklikler meydana gelmiştir. Sayın CG’nin kitabini okuduktan sonra bu iki metni karşılaştırdım ve bu sayede o değişiklikleri düzelterek, hatamı telafi etme fırsatını yakalamış oldum..Bunun için CG arkadaşa müteşşekirim. Bu vesile ile okuyucunun da hoşgörüsüne sığınıyorum. Ancak şunu ifade edeyim, daktilo metni, kitap metninden daha serttir. Kompitüre alan arkadaşlar kimi deyimleri Türkçeleştirmiş, kimi yerlerde konuyu yumuşatmışlardır. Ben 2007 Mayısında ve 70 yaşında Bilgisayarı kullanmaya başladım. Şimdi o hataları kendim düzeltiyorum. Tekrar sayın okuyucuların hoşgörüsüne sığınıyorum.Kitap Baskısı ile daktilo süreti arasında bazı yerlerde değişikler ortaya çıkmıştı. Kimi yerde pregraflar veya cümleler kitaba girmemişti. 2 .Baskı da bu hatalar olmayacaktır. Ayrıca 2. Baskı ya 40 yıllık hatıralarımı da koymamayı düşünüyorum. Kürtler, genellikle de Kürdistanın hızlı Devrimcileri geçmişten söz etmemizden hoşlanmıyorlar. Bu konuda CG, beni şöyle eleştirmiş :”- Bu kitap, Epözdemir’in savunması dışında, bazı mahkeme tutanaklarını ve Epözdemir’in anılarını da içeriyor. Özellikle anılarla ilgili bölümlerde, dünün, Bugünkü pozisyonlardan kalkılarak yeniden kurulması eylemi bütün problemleriyle kendini gösteriyor.” Bundan bir şey anladımsa “gavur” olayım. En iyisi 2.Baskı da bu hatiraları neşretmemek. Okuyucunun çoğu zaten bu anıları okuyor ve bu anılardan dolayı beni onurlandırıyordu.. Şimdilik hatıralardan da vazgeçtik. * * * * * * * * *Ben savunmamı bağımsız bir irade ile yapmışım diyemem. Çünkü bu savunmayı kaleme aldığım zaman TKDP’nın Merkez Komitesinde görevli bir partizanım. Her partinin kural ve prensibleri vardır. Parti, teşkilatını ve tabanını korumak için “partiyi kurduk ama faaliyet göstermedik “ şeklinde bir taktik kullanmamızın gerekliliği yolunda tutuklanmamızın başında karara bağlanmıştı. Bu görüşü ilk önce ben ortaya attım. Sonradan Said Elçi Kutahyadan (sürgünden) getirilip yanımıza alınınca, biz bu düşüncemizi o’na açıkladık ve onayını aldık.Ömer Turhan MİT soruşturmasında benim, Said Elçi’nin ve Faik Bucağın isimlerini vermişti. Rahmetli Ömer’in Savunmasında da bu isimler aynen geçiyordur. Ömer’le daha sorguya çıkmadan bu kararı aldık. Biz ikimiz partiye sahip çıkacaktık, bizim dışımızda kalan arkadaşlar – Said Elçi hariç- parti ile ilişkilerinin olmadığını söyleyeceklerdi ve böylece parti daha az zararla bu işten sıyrılmış olacak idi.(bak: Epözdemir 2005: 73.123 ve 124 ) Bunun için savunmam da ve bir bakıma TKDP’nin savunmalarında çekinceler ve zikzaklar vardır. Ne ben ve ne de hiç kimse partinin falan basamağında görevli olduğumuzu söyleyemezdik. Söylesek aforoz edilirdik.Partiyi savunma, Kürtleri ve Kürdistanı savunma hakkımız vardı, ama görev alma, faaliyette bulunma veyahut partinin kurulmuşluğunu açıklayamazdık. Nedeni de bizimle beraber tutuklanan ve dışardan yargılanan arkadaşlarımızı cezadan kurtarma sorunu idi. Biz kendimize göre parti tabanını ve merkez komitesi üyelerinin dışında kalan teşkilatımızı koruyorduk. Bu bir fedakarlık idi. Bütün örgütsel mücadelelerde böyle taktikler söz konusu dur.CG, Hep Avukat Faik Bucak’ı ileri sürdüğümüzü 92 nolu dipnotta şöyle bir kayıtla açıklamakta ve : “- Faik Bucak’ın o sırada hayatta olmamasının mümkün kıldığı bir mizansen olduğu açıktır.” Demektedir.Bunun birkaç sebebi vardır. Birinci sebep Faik Bucağın, Kanun Adamı oluşu, uzun süre hâkimlik yapan, mesleğinde başarılı bir hukukçu olan Avukat Faik Bucağın anayasa ve hukuk dışı bir eylem yapacağı düşünülmezdi. Dikkat edilirse, bizde hep yasaların meşru zemininde Kürdistanı savunuyoruz.Kürdistan tarihinde ilk defa örgütsel olarak kışın ortasında ve şiddetli karın ve fırtınanın altında tüzükleriyle, mühürleriyle ve hepsi de Kürtçe olan evraklarıyla tutuklanan bizlerin ruh haletimizi taktirlerinize bırakıyorum. Yani bir yerde :” Hakim Beg, welleh em bé gunehın. Vaye Paréze Faiq Keké jî vé meşa me rawedar dibîne. “ gibi bir taktik olmaz mi ?O günlerde eğer bir davanın içinde bir Avukat varsa, herkesin o davanın hukuki bir dava olduğuna kanaat getirdiği değişik bir zaman dı.Rüşen Aslan’ın 49’larla ilgili kısa bir araştırmasını yakın zaman da okumuştum. 49’lar içinde 2 tane doktora yapmış Avukat ve birkaç tane hukuk talebesi ve de Musa Anter de dahil, doktorlar, mühendisler ve enteller olduğu halde, onları savunacak avukatlar aranmış, taranmış ve maalesef bulunamamıştır . O dönem de Mehmet Ali Aslan, genç bir Avukattır ve sadece 49’lara o serhatların korkusuz ve cesur yüreği sahip çıkmıştı. Avukat Faik Bucağın ismi bizim için sadece bir meşruiyet şemsiyesi, sadece bir hukuki avantaj değildi, O, bir prestij, bir sembol ve karizmatik bir misyondu.. Faik Bucak, hiçbir zaman bulunduğu yüce makamından inmedi. İnanın şimdi de hakimin karşısına çıksam Keké Faik’i gururla dile getireceğim. O bizim Serokumuz idi. Ulusal davamızı Faik Bucağın ismini getirmeden nasıl açardık.. “ Bé serok jiyan nameşe “ sloganına bu yüzden bayılıyorum. Gerçek serok ve gerçek önderlere sahip olsaydık, şimdiye kadar bir değil, birkaç devlet kurmuştuk. Ne yazık ki Faik Bucak ve onun gibi liderliğe aday bir düzine Kürt aydını zindanlarda öldürüldü, faili mechule götürülüp Kürtleri bugünkü manzarayla karşı karşıya bıraktırıldı. Biz hesap tutmuyoruz ama karşı taraf hesabını inceden inceye yapıyor.Benim basit savunmamı lütfedip gözden geçirirseniz, bu savunmayı yaparken karşı tarafa lanse ettiğim muhatab ben ve partimden ziyade Kürt Aydınlarıdır. Örneğin:a) Türkiyelileşmeyi kendisine amaç edinen KÜRT AYDINI asla Türkleşmeyecek Türkleştirilemeyecektir…b) Bugün ‘Bağımsız bir Kürdistan *****huriyetini ‘ düşünmüyoruz demek,sonsuza kadar zulüm ve baskının ağır pençesi altında kalacağız demek değildir. Türk idarecileri, Kürt halkını mecbur etmeden, birlik ve beraberlik içinde yaşama umudumuzu kırmadan, demokratik hukuk nizamından vazgeçip, karanlık istikametlere sapmadan, Bağımsız Kürdistan *****huriyeti düşüncesi kafamızda yer etmeyecektir..Ve Kürt milliyetçileri, Kürt Aydınları demokratik bir yoldan başka bir yola sapmayacaklardır…c) Senelerden beri Kürt Aydınlarını cezalandırmakla tehdit edip onu sindirmeye uğraşmakla görevli kimselerin karşısına çıkan aynı insanlar; “- Beni cezalandır. Ben buna müstahak değilim fakat olmadığım halde buna razı oluyorum. Böylece bütün dünya benim haklı ve senin de haksız olduğunu görsünler, anlasınlar “ diyerek bağırmaktayız.Savunmamın metninde onlarca defa Kürt Aydınlarını öne çıkarmışım. Neden ? Çünkü bütün umudum yeni kuşaklarda, okuyacak ve okuyan gençlerde idi. Onlar okuyacak ve bizden sonra gelen nesiller ulusal özgürlük mücadelesini daha uygun adımlarla başarıya doğru götüreceklerdi. Kürt sorununun çözümü için defalarca Türk Aydınlarına ve Türkiye *****huriyeti Hâkimlerine de görev düştüğünü dile getirmişimdir. Aydınlara bunca değer biçtiğim halde, yolumu aydınlatacaklarına her zaman yoluma tereddüt ve kuşku dolu engeller koymuşlardır. Mesela 1970’ler de, aydınlarımız ilk ve ortaokul talebelerine duvarlara “ kahrolsun milliyetçilik “ sloganlarını yazdırtıyorlardı. Ben o yıllarda kendi kendime kızmaya başlamıştım. Savunmamı ulusal bir temel üzerinde inşa ederken, ilerde Kürt gençlerinin ve çocuklarının duvarlara bu sloganı yazacaklarını aklımın köşesinden geçirmemiştim. Daha sonra “ ilkel milliyetçilik “ diye bir fantezi çıktı. Ezilen bir ulusun fertleri ulusal hak ve hukukları için mücadele verirken, geciken demokratik haklarını isterken nasıl olurda “ ilkel “ oluyorlardı anlamadım, anlamıyorum ve anlamakta hala güçlük çekiyorum .Melik Fırat Ağabeyim televizyonlarda, açık oturumlarda milliyetçiliği “ümmetçilik” olarak nitelerken, bu defa moralim başka türlü altüst oluyordu. Şimdi de CG (s.172 de) “Gelişmiş ulusalcı hareketlerden “ söz ediyor. Gelişmiş ulusalcı hareketler olduğuna göre , “ ilkel ulusalcı hareketler” de vardır. Şimdi ben hangi kategoriye giriyorum bilemem. Sanıyorum ‘gelişmemişlerdenim.’ Ne yapalım, Paris Sorbununa komşu doğmadım..Ben bu savunmayı yazmadan en az 10 yılı geçkin Diyarbakır merkezinde ve Kürt davasıyla ilgilenen mektepli, medreseli, geniş bir kitle içinde gece gündüz demeden kafa yormuştum.TKDP’nin kuruluşunu gerçekleştiren ilk 5 kişiden birisiydim. Hindistan, Pakistan, Cezayir, İsrail, Finlandiya, Kongo gibi ulusların kurtuluş hareketlerini takip etmiş ve bu hareketlerin mücadeleleriyle ilgili bir sürü kitap okumuştum.Savunmama Mahatma Gandh ve Hindistan’ın ulusal kurtuluş mücadelesi söyleviyle başlamışım. Kürdistan’ın ulusal hukukunu münakaşa ederken ve Federasyonların, özerk *****huriyetlerin geçerli olduğu dünyayı anlatırken misallerimi ABD, SSCB, Hindistan, Yuguslavya, İsviçre, İsveç, Almanya, Çekoslovakya ve başka ülkelerden, ayrı ayrı uluslardan vermişim, ama ve lakın Kürtlerin “.. dünyadaki özgür milletlerin oluşturduğu büyük ailenin ‘şerefli ve eşit haklara sahib bir üyesi’ tasavvurunun farkında değilmişim.” Bu nasıl olur?Şimdi kendi kendime soruyorum. Acaba Cewahir Nehro, Mahatma Gandh, Mewlana Azad, Lumumba, Bomedyen gibi liderler ulusal kurtuluş hareketlerini başardıklarında CG’nin şart koştuğu o “teorik “ sorunun farkına varmışlar mı ?40 yıl önce 80 bin Kıbrıs Türkleriyle 10 milyon Kürtleri mukayese ederek , “-Rumlardan Federasyon isteniyor da Kıbrıs’ın birliği bozulmuyor, ulusal çıkarları da zarar görmüyor. Fakat Kürtler kültürel haklarını isterken Türkiye’nin milli birliği bozuluyor.” deyip Kürtlerin 46 yıldan beri geciken, geciktirilen ulusal ve Türklerle eşit haklarını savunuyorum. (bk.s.50-5l savunma 2005‘Çağdaş ve her türlü teorik tasavvurların fevkinde Kürt Aydınları’ 2005 te ve tam tamına 36 yıl benden sonra, Avrupa da bir imza kampanyasıyla “ -Türkiye Kıbrıs Türkleri için ne istiyorsa bize de o hakları tanısın “ şeklinde bir deklarasyon yayınlıyorlar, modern olan ve milliyetçiliği reddeden kimileride imzalarını geri çekiyor, ben 36 yıl önce bunları söylediğim çok daha ileri derecede Kürt ve Kürdistanı savunduğum halde yüksek diploma ve lisansım olmadığından söylediklerim kabul görmüyor. Olsa olsa “ Epözdemirin savunması bir geçiş dönemini ifade edip, kendi türünün ilk örneği oluyor. “ Ne diyelim, buna da şükür. Teşekkürler sayın Gündoğan.*** *** ***Şimdi samimiyetle soralım :Siyasi Savunma nasıl yapılır. Bunun şablonu var mı, yok mu? Ben TKDP Programını baştan sona kadar savunurken, hiç kimse önüme bir şablon koymadı.Davama inanıyordum. Haklılığıma inanıyordum.1969’ler de en az 10 milyon nüfusu olan ve bütün insani haklarından mahrum bırakılan, inkar edilen Kürt ulusunun *****huriyet Türkiyesinden ne çektiğini biliyordum. Bu *****huriyetin yöneticilerine ayıplarını bağırmaktan da korkmuyordum ve çekinmiyordum.Partili idim. Partinin Kürtler için, milli misak sınırları içinde demokratik ve çağdaş insan hakları seviyesinde bir otonom statü, yani bir muhtariyet talep ediyordu. Yerel Parlamento hariç, bu programda talep edilen haklar en az bir federasyon seviyesinde idi. Ve ben bu noktada bir savunma yapıyordum. İsterseniz sadece savunduğum TKDP Programının başlıklarını alt alta sıralayayım.: Açık bir şekilde savunduğum maddeler :(Bu maddeler TKDP’nin siyasi, iktisadi, kültürel ve sosyal isteklerdir.)*Türkiye *****huriyeti Anayasasına şu kayıtlar konulmalıdır : “ Türkiye *****huriyeti Türk ve Kürt’ler den teşekkül eder, her iki ulus, her hususta eşittir.”*Türkiye Parlamentosunda Kürtler nüfus nispetine göre temsil edilmeli ve Bakanlar Kurulunda yer almalıdırlar.*Türkiye Kürdistan Bölgesinin sınırı belirtilmeli,*Kürdistan toprağına muhacir yerleştirilmemeli,* Kürdistan vilayet ve köylerinin isimleri değiştirilmemeli, değişmiş olanları eski isimlerine çevrilmelidir.*Kürdistan şehirlerine Vali, İdari Amirleri, Adli ve bütün memurlar Kürtlerden olmalı, Kürtlerin örf ve adetleri kanunlarda yer almalıdır.*Türkiye Kürdistan’ın da resmi dil Kürtçe olmalıdır.*Kürdistan okullarında tahsil Kürtçe olmalı, fakat Türkçe de öğretilmelidir.*Kürdistan Üniversitesi kurulmalı, dar gelirlilerin tahsili devlet tarafından karşılanmalıdır.*Kürdistan’da Kürtçe radyo ve televizyon kurulmalıdır.*Kürtçe kitap, dergi ve gazeteler neşredilmelidir.*Dini ibadetler için, alim ve molla ile ibadethaneler devlet tarafından behemehal sağlanmalıdır. *** *** ***Şimdi de Kürdistan Bölgesinin Kalkınması için Ekonomik istekleri sıralayalım:*Parti, Kürdistan’ın kalkınması için, devletin Kürdistan’a öncelik tanınmasını istemektedir.*Köylülere ev, toprak, tohumluk ve kredi sağlanmalı, tütünün ekin ve satışı serbest bırakmalıdır.*Zanaatkârlara, çiftçilere ve işçilere iş sahası temin edilmelidir.*Esnaf ve tüccarlara geniş kredi verilmelidir.*Göçebeler yerleştirilmeli, hayvanlarına otlak, yaylak ve yer sağlanmalıdır.*Yol,kanal,baraj,fabrika ve ağır sanayi ile hastaneler yapılmalıdır.*Petrol ve madenler çıkartılmalı ve Kürdistan da tasfiye edilmelidir.*Kürdistan da çıkan petrol ve madenlerden temin edilen kârın % 75’i Kürdistan’a sarf edilmeli dır. TKDP Programının yukarda tekrarladığım gibi devletten istediklerinin ana başlıkları bunlardır. Ayrıca programın bir önsözü vardır. Bu önsözün özünde ulusal bir tavır söz konusudur.Önsözün Kürtçe den Türkçe ye çevirisi şöyledir : *** *** ***Péşgotin (ÖNSÖZ) :Kürt Ulusu, tarihi ve kadim bir millettir.(Bu Millet, geçmişte) Medeniyetlere ve Devletlere sahiplik etmiş. Bu tarihi gerçek inkar edilemez.Ulusların yaşamında karanlık günler ve çöküntüler olabilir. Zamanla tarih sahnesinden kayıp olan uluslar da vardır. Bunları tarih sayfalarında görüyoruz.Kürt Milleti, yabancıların hakimiyetleri altında kaybolmamıştır. Kayıp olanlar milli tarih, milli hars, milli benlik ve ana dillerini unutanlardır. Kürt milleti benliğini kaybetmedi. Temel direkleri (milli sütunları) yerindedir. Bundan dolayı Kürt milleti yaşamaya devam ediyor.Ama bu yaşama serbest ve özgür bir yaşama değildir. Kürtler bugün boyunduruk altındadırlar. İnsani ve ulusal hakları elinden alınmıştır. İstek ve amacımız Kürtlerin de dünya milletleri gibi serbest ve özgür olmalarıdırBu idealın (amacın) gerçekleştirilmesi için Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurulmuştur.Parti, her şeyden önce demokratik, insani, sosyal bir yolda yürüyecektir.Parti ‘Milli Misak’ prensibini kabul ve teyit eder. Çünkü parti birlik ve kardeşlik inancında olup Türkler ve Kürtler arasında fark gözetmez.Parti, bütün esir ulusların yardımcısıdır. Parti bütün milletlerin birlik ve kardeşlik ve eşitliğini Kabul eder. Uluslar arası sorunlarda eşitlik ister ve tüm ulusların barışık olmalarından yana olur. Felsefi(ideolojik), dini ve düşünce sahasında herkesi serbest bırakır. Parti, Birleşmiş Milletler prensiplerine bağlıdır. Her şekliyle sömürgeciliği reddeder.Milletin belirli fonksiyonları arasında devrim komplolarını (şureşi) kabul etmez.( Kürtçesi : Dı neqeba rézén mıletide, mucadeleyéké şureşi qebul nake.)Parti, hukuk nizamından yanadır, ancak ulusal ve insani hakların gasbedilmesi durumunda ayaklanmayı ve karşı koymayı hedefler. *** *** **Yukarda sıraladığım bütün maddeleri teker teker hukuk ve nezaket kuralları içinde savunmuşumdur. Ben bu savunmayı yaparken tek bir amacım vardı; Partimin tabanı bu savunmayı, belki de savunmaları ( diğer arkadaşlarımın savunmalarını kastediyorum. Bu savunmaların mahkemeye verilip verilmediğini şahsen bilmiyorum. İkisini de kendi savunmamı verdikten bir müddet sonra Tatvan da okudum. Feqî Hüseyn Sağnıç o iki savunmanın suretlerini Diyarbakır’dan getirdi idi. Okumuş ve Feqî’ye iade etmiştim.Derviş Akgülün savunması 6, Said Elçi’nin ise 12 daktilo sayfası idi. Temennim, bu iki kimetli ve belge niteliğindeki savunmaların ilgili arşivlerden çıkarılarak tarihe maledilmeleridir. ) okuyup bilinçlenecek ve bir birikime kavuşacaklardı. Savunmalarımızı rahatlıkla teşkilatımıza ulaştırabilirdik. Dikkat edilirse benim savunmam parti tabanına bazı önemli bilgileri aktarıyor. Parti programının bütün maddelerini tekrarlayarak bu maddelerin haklı taleplerini istatistiki bir şekilde tabana hissettirme amacını taşıyor. Aksı halde biz tabanımızı nasıl bilinçlendirecektik?Bu başlıkların altındaki savunmamı lütfen bir daha gözden geçirin, kendinizi de 1968’lere götürün. TKDP’nin bilgi birikimini ve kadrosunu da göz önünde bulundurun ve o zaman beni yargılamaya başlayın. Koskoca *****huriyet Türkiyesi bu savunmamdan sonra bir daha bana dokunma cesaretini göstermedi ama Kürt solcuları benim yakamı bırakmıyorlar. Peki neden ?Çünkü örgütüm yok. Çünkü benim örgütüm daha Antalya hapishanesinde iken tertiplere kurban edildi. Çünkü benim örgütüm Said Elçi ile birlikte toprağa gömüldü. Bütün bu olanlardan sonra barı siz devrimciler bir şey yapsaydınız. Sizleri 1969’dan 2005 e kadar bekledim. Umudum kesildiğinde (36 sene sonra ) savunmamı neşrettim. Keşke devrim yapsaydınız ve keşke ben bu kadar gerici bir savunmayı vermiş olduğumdan, misakı milli yi savunduğumdan, Selaheddini Eyyubinin Ehli Salıba veya gâvurlara kan kusturmuş olduğunu beyan ettiğimden veya namusunu temizlemek isteyen Kürtlerin cezalandırılmamasını önerdiğimden ötürü beni assaydınız. Böyle bir şey yapsaydınız da, Amed şehri fahişelerin, tinercilerin ve gaspçıların diyarı haline gelmeseydi.*** *** ***Bakınız Sayın CG ve Saygıdeğer Sosyalist ve de çok ilerici Kürt devrimcileri; benim kendime göre bazı doğrularım ve düşüncelerim vardır. Her şeyden önce Kürtçe ve bir Kürt gibi düşünüyorum. Kürtleri, Ortadoğunun Müslüman ve kadim bir halkı olarak görüyorum. En az 1400 yıldan beri Araplarla, 2500 yıldan beri Farslarla, 1071 den beri de Orta Asyadan gelen çeşitli akıncı kavimlarla ilişkilerimizin olduğunu yakından biliyorum. Ben olaylara tarihi açıdan baktığım için söylediklerimin büyük bir kısmı Kürt aydınlarının ezberlerini bozuyor. Benim tarihi anlayışıma göre:** 1071’den 1500’lere kadar Ortadoğu da ve Kürdistan’da cirit atan o despot ve istilacı kavimlerin hepsi geri gitti. Ortada bir Osmanlı Beyliği ve sonunda imparatorluğu kaldı. Osmanlıların da 1400’larda Timurlenglen, 1473’te Uzun Hasan’la ve 1514’te Şah İsmail’le başları derde girdi. Osmanlıların ve Kürtlerin karşılaşmaları ancak 1514’ler de ve Kürdistan Beyleriyle Osmanlı Padişahı arasında akdedilen Amasya Antlaşmasından sonra başlar. Bunun için bizim Osmanlılarla ve daha sonra *****huriyet Türkiyesiyle ilişkilerimiz ve müşterek tarihimiz 2015 yılında 500 yılını dolduracaktır. Biz 1000 yıldır Türklerle beraber değiliz. Biz Osmanlılarla ve daha sonra Türklerle 1514’ten bu yana beraberiz.** Bana göre Timurlengin Ankara Meydan Muharebesinde Osmanlılardan üstün gelmesi Kürtlerin ve Kürdistan Beylerinin lehinedir. Çünkü bu olay en az Osmanlıların genişleme sürecini 100 yıldan fazla geciktirmiş ve o zamana kadar Kürdistan Beyleri belli bir bilgi ve bilinç düzeyine erişmişlerdir. İddia ediyorum, o zamanki (1514 ) Kürdistan Beyleri ve hükümdarları, gerekdiplomasi dalında ve gerekse her türlü ulusalcı düşüncede bugünkü Kürdistanlı kadrolardan daha gelişkin ve daha bilinçliydiler.** Fatih Sultan Mehmed’in 1473’te Erzincan’ın Yassiçimen Meydan Savaşında Uzun Hasan’ı yenmesi, Kürtler bakımında ABD’in Seddami yenmesi kadar faydalıdır.Bunu nasıl bileceğiz ? Kürdistan’ın o dönemde Akkoyunlu Devletinin Arapşah’lar, Sofu Halil’ler ve Bijenoğlu Süleyman’lar gibi ceberut ve zalim komutanların katliam ve baskıları altında inim inim inlediklerini sadece Şerefnameden okuyarak öğrenebiliriz.** Sultan Selim’in 1514’te Şah İsmail’i yenmesi ise Kürtleri sadece bir Seddam’dan değil, bin Seddam’dan kurtarmıştır.** Kanuni Sultan Süleyman’ın 1535’lerde ki “ Ferman-i şerif-i “ sayesinde Kürdistan da sayıları her zaman 10 ile 15 arasında değişen “Ekrad Hükümet Sancakları “, 30 ile 40 arasında değişen “Yurtluk ve Ocaklık Sancakları “, bunun yanında Ocaklık, Yurtluk, Liva ve Mîrî Aşiretleri olarak bütün Kürdistan kendi otoriteleriyle yaşamlarını en az 300 yıl sürdürebilmişlerdir. ** Herkese göre doğru olmayabilir , ama bana göre İslamiyet’in doğuşundan 100- 150 yıl sonra Kürtler büyük bir ronasans yaşamışlar ve yeniden doğmuşlardır. Müslümanlığı kabul eden Kürtler, bir yandan Bizans’ın 1000 yıllık istilasından ve esaretinden kurtulmuşlar, diğer yandan İslam Medreselerinde onlarca bilginini yetiştirip, 750’de Ebu Müslim-i Horasani gibi büyük ihtilalcileri ortaya çıkartmışlardır.750’de Emevilerin ırkçı ve yayılımcı yönetimi ortadan kalktığında, bu Halifeliğin son Emiri Mervan dir. Bu Emir’in annesi Cizre Beyi Mir Mıhemed’in kızıdır. Peki 639’larda Cizre, Nusaybin, Urfa, Amed, Farkin ve Vana kadar uzanan İslam Orduları hangi Kürdistan hükümdarlıkları veya Beylikleriyle karşılaştılar? Kürtlerin o zaman bir tek yönetimleri yoktu. Sasani yönetiminde olan Güney Kürtleri hariç, İslamiyet’ten önce hiçbir Kürt statüsü mevcut değildi. Yoksa Bınu Ğunam’lar la Halid bin Valid’lerin Kürdistan Ordularıyla karşılaştıklarını mı sanıyorsunuz? Büyük İskenderin MÖ 330’lardaki istilasından sonra bugünkü Kuzey Kürdistan dediğimiz bölgede, ta MS 10. yy.ın başına kadar hangi devletimiz veya beyliklerimiz oluştu? 1400 yıl işgal altında kalıyorsun ve sonra da kurtulduğunda neden ve nasıl kurtulduğunun farkında olmuyorsun. Hiç olmazsa şimdilik Güney Kürdistan’ın kimin ve kimlerin sayesinde kurtulduğu noktasında Kürtlerin % 99’ u hemfikirdir. ** Ben 1071’de Selçuklu Komutan Alpaslan’ın Malazgirt’te Bizans’ın kalıntılarına son vermesiyle, aslında Kürtlerin bir daha ‘Roma Reşın’ istilasına girmemek üzere kurtulmuş olduklarına inanıyorum. O savaş Kürtlerin ve başka Müslümanların da desteğiyle başarılmıştır. Biz o savaşa destek verirken Türklere Anadolu Kapısını açmak için vermedik .Ve “Roma Reş” tabiri Türkler daha Orta Asya’dan çıkmadan 1000 sene evvel Kürtlerin beyinlerine ve hafizalarına işlenmiş dramatik bir olgudur.** Biz 1400 yıldan beri kadim toprağımızı işgal eden ve bize hiç bir hayat hakkı tanımayan Bizanslılar ve dindaşları olan başka istilacı ve acımasız kavimlerden kurtulmak için bu savaşa destek verdik. Daha sonra Selaheddin-i Eyyubi ile başlayan ‘Ehl-i salibe’ karşı savaşlar da da, Büyük Sultan, bazen Selçuklularla güçbirliği yapmış bazen da onlara destek olmuştur. Hatta Karaman Selçuklu Devleti, Kilikya Ermeni Devletini Büyük Sultana şikayet etmiş, Sultan Selaheddin, Adana ve Tarsus bölgesinde hakim olan bu Ermeni Devletine gereken dersi anında vermiştir. ** Selçuklularla ve başka Türki kavimlerle iyi ve kötü temaslarımız olmuştur. Ama Türklerle müşterek tarihimiz 1514’te Amasya sözleşmesiyle başlamıştır. Kürtler, burada bir ulus gibi, zamanın en büyük sultanıyla oturup anlaşmış ve bu antlaşma ile kadimden gelen irsi haklarını ve statülerini garanti altına alarak o büyük devletin himayesinde geleceklerini kanunnamelerle güvence altına almışlardır. ** Araplarla veya Acemlerle ilişkilerimizin de değerlendirilmesinde fayda vardır. Ancak Kuzeydeki Kürtleri yakından ilgilendiren, Kürt-Osmanlı ve daha sonra Kürt-Türk ilişkileridir. Kürt aydınları bu konuda bir türlü kısa ve doğru bir tespite yanaşamadılar. Bunun içindir ki, biz Mustafa Kemal’den Alpaslan’a kadar Türk Büyüklerini dile getirdik mi, hemen sorgulanıyoruz. Her hangi bir Sehabe-i Kirama “Hazret” dedik mi, gerici oluyoruz.** Biz İslamiyet’le, Araplarla, Farslarla, Türklerle, Ermenilerle, Yahudilerle, Asurilerle, Kıldanilerle, bütün inanç ve felsefelerle barışık yaşamak zorundayız. Herkesin hakkını vermeliyiz. Aynı zaman da hakkımızı ve ulusal hukukumuzu da herkesten istemeyi bilmeliyiz.Benim görüşüme göre 500 yıllık Kürt-Türk ilişkilerinde Sultan Selim, Sultan Abdulhamid ve Turgut Özal çizgisi ve anlayışı , “Kürtler kendi kendilerini idare etmeli, ama bizimle (Osmanlılarla ve daha sonra Türklerle) birlikte olmalılar “ çizgisidir. ** İkinci Çizginin asil mimarları başta İngilizler olmak üzere batılı yenilikçi ve reforumcu devletler, onların oyununa gelen II.Sultan Mahmud ve Sultan Abdulmecid’le başlayan, İttihat ve Terakki de koyulaşan ve Kemalizm de bizleri topyekun inkar eden görüştür ki bu görüş, “Kürtler tamamen bize entegre olsunlar ve Türkleşsinler” görüşüdür. Ben bir Kürt olarak birinci görüşü benimsediğim için Sultanların adlarını getirirken her hangi bir sıkıntı duymuyorum.** Sultan Selim Kurdistana ayak basmamıştır. Kürt Alevilerini de katletmemiştir.Osmanlıların o dönemde Anadolu ve Toroslar da ki Alevileri katlettiklerini söylüyorlar, ancak bununda ne kadar doğru olduğunu bilemiyorum.** Sultan Selim, Kürdistan hükümdarlarına ve meliklerine verdiği sözü tutmuştur. Mühürlü ve imzalı boş kağıtları Mevlana İdris’e göndererek, hem o büyük diplomata olan güvenini teyit etmiş ve hem de sözünün eri olduğunu kanıtlamıştır.** Sultan Selim, Çemişgezek Hükümdarlığını Pir Hüseyin Beye vererek, ne o, nede bu antlaşmanın mimari olan büyük Diplomat Mevlana İdris-i Bitlisi, Sun-i Kürtlerle, Alevi Kürtleri arasında ayırım yapmamışlardır. ** Ayrıca Sultan Selim,Yezidi olan Şeyh İzzettin ismindeki şahsiyeti Kilis Hükümdarlığının başına 1517’ de geçirmiştir ve Sunî olan Emîr Qasım Beg ( bu hükümdar Canpolatın babasıdır) bizzat Sultan Selim’in fermanıyla katledilerek bu Yezîdî Şeyhi Kilîsin Hukumdarlık yönetiminin tahtına oturtulmuştur. ** Osmanlılarla aramızdaki antlaşma yürürlükte kaldığı müddetçe (1514-1847) Alevi, Yezidi, Nasturi inançları imparatorluk tarafından dışlanmadığı gibi, II Mahmut’tan ve Tanzimat Fermanından sonra bu azınlıklar Kürtlere göre avantajlı duruma geçmişlerdir ve şu anda da gayrimüslimler Kürtlerden avantajlı durumdadırlar. Ayrıca ben hiçbir zaman ne Türkiye de yaşayan ve ne de dünyada uygarlığı arşa çıkaran Mesihi’lerin ve Kürtlerin doğal dostları olan Yahudi’lerin aleyhlerinde olmadım ve olamam. Ama gerçekleri acı da olsa söylemek zorundayız.. ** Benim düşünceme göre, II Sultan Mahmud ve Abdulmecid (Batı’lı emperyalist devletlerin oyununa gelerek) Kürdistan hükümetleriyle Beyliklerini ortadan kaldırarak Osmanlı Kürdistan’ında korkunç bir otorite boşluğuna neden olmuşlardır. Bu süreçten 40 sene sonra Sultan II. Abdülhamit bu boşluğun farkına varmış ve Hamidiye Alaylarıyla Kürtlerin tekrar kendi kendilerini idare edebilme şansını yaratmak için bir arayışa girmiştir. Sultan Abdulhamid’in bu projesine karşı çıkanları gözden geçirirseniz, kimin dost, kimlerin düşman olduklarını kolaylıkla anlarsınız.Hamidiye Alayları korucu iseler, neden İttihatçılar ve Jöntürkler iktidara gelir gelmez hemen bu teşkilatı tasfiye ettiler? Sonra, kime karşı korucular. O sıralarda Kürdistan dağlarında ulusal kurtuluş mücadelesi mi vardı? Yoksa ortada tek bir Kürt ve Kürdistan otoritesi mi mevcuttu?** Bakin ben şahsen Sewr’i red edenlerdenim. Sewr Antlaşmasını çöpe atma görevi Türklerden önce Kürtlere düşerdi. Kürdistan coğrafyasının sadece bir çeyreğini Kürtlere yarim ağızla lütfedenlerin lütufları onlarda kalsın. Efendim neymiş? : “uluslar arası platformda ilk olarakKürtler ve Kürdistan resmen kabul görmüşmüş.”Uluslararası platformda ilk olarak 6 Kürdistan vilayeti Ermenistan olarak tescil edilerek, Sahipsiz Kürtler Botan Bölgesine ve Güneye sıkıştırılıyordu. Mustafa Kemal boşuna mı ‘Ermeni’ tehlikesiyle Kürtlerin gözünü korkutarak onları yanına alıyordu. Sewr müahedesi Kürtler için en büyük felaketlerden biridir diye düşünüyorum. ** Ben 1639 da Kasr-i Şîrîn antlaşmasının amacı Kürdistan’ın parçalanması olduğuna inanmıyorum. Daha önce birleşmiş, tek bir Kürdistan, (Medlerden bu yana) hiç olmamıştı ki birileri bizi parçalamış olsunlar. Kürdistan’ın büyük bir kısmı Osmanlıların, geri kalanı da Îran Şahlığının himayesinde1500’lerden 1850’lere dek ayrı ayrı otonom devletçikler şeklinde yaşadılar. Tıpkı bugünkü Arap devletleri gibi. Araplar da başta kimisi Fransızların, kimileri İngilizlerin, kimisi de İtalyanlıların himayesine girerek Osmanlılardan ayrıldılar.Medlerden sonra Botan’la Behdinan ne zaman aynı yönetim altında birleştiler.? Bir veda merasımında, protokola Behdinan (İmadiye) Hükümdarını, Botan Emirinin önüne almişlar diye, Botan hükümdarı Bedir Bey koskoca Kanuni Sultan Süleymandan ve Sadr-i azamindan izin almadan merasimi terk etti.(bak: Şerefname M.E.B s.102-103) ** Bana göre, Mewlana İdrisin Sultan Selimle mutabakatları, bütün Kürtlerin ve bütün Kürdistan toprağının Osmanlılara bağlanması yönünde büyük bir proje idi. Her ikisinin de ömürleri yetmedi ama, ölümlerinin üzerinde 120 yıl geçtikten sonra, Osmanlılar İran Şahlığının zayıf bir zamanını yakalayıp İran da kalan bütün Kürdistan şehirlerini (Kermanşah dahil) işgal etti ve Kasr-i şirin de İranlıları masaya oturttu. Osmanlılarla birleşmeyen, İranlılarla kalmak isteyen Erdelanlı’ların, Bradostlu’ların, Mukriyanlı’ların ve Şikaki’lerin direnişleri sonucu bu iki güçlü devlet aralarında bir sınır belirlendi.Bu sınırları iyice analiz edecek olursak, İran-Osmanlı sınırından ziyade, Erdelani-Babani veya Mukriyani-Mahmudi yönetimlerinin evvelden gelen otonom bölgelerinin hududlarını görmüş olacağız. Şu anda bile Hakkari-Mukriyani veya Behdinan- Botan sınırları, Osmanlılarla ittifak yapmadan çok daha öncelerinin sınırları olarak karşımızda durmuyor mu?** Kürdistan toprağı Kasr-i şirin protokoluyla resmen parçalanıyordu ama burada günahın en büyüğü o günkü Kürt Yönetimlerdeydi.** Daha sonra 1807’ler de Çarlık Rusyası ortaya çıkıp Kürtlere göz kırptığında Kafkasya bölgesine yakın Kürdistan yönetimlerinin bu kere Rus himayesini kabul ettiklerini ve hatta Kürdistan toprağının bir kısmı hala daha o parça da kaldığını da biliyoruz.** Bütün Kürt aydınlarına göre 1639 da çizilen sınırın hiç değişmediği yönündedir ama bu tez doğru değildir. Sınırda uyuşmazlık ve değişiklikler ancak İngilizlerin Bölgeye hakim olmalarından sonra bir bakıma sükunete kavuşmuştur. Ağrı hareketinde bile toprak değişimi yapılmadı mı?** Kürtler 1830’lara gelinceye kadar, Hükümet Sancakları, Yurtluk ve Ocaklık Sancakları gibi kendi geleneksel yöneticileri tarafından yönetilmişlerdir. Baban Hükümeti Başkani Abdurrahman Paşanin tasfiyesinden sonra da bu bölgenin yönetimi yine bu hanedanlığın kontrolundadır.** Kurdistan Yerel Özerk Yönetimlerin tasfiyeleri 1847 de Bedirhan Beyin yenilgisiyle gerçekleşmiş ve o günden bu güne Kürtler otorite boşluğuna bırakılmıştır. Otorite boşluğumuz 161 yıldır sürüyor. Kürdistani hareketler 200 yıldır devam ediyor. Bu doğrudur, ama kimileri ‘ 2000’ yıldan söz etmeleri yanlıştır. Kürlerin özellkle IX.yy dan XIX.yy a kadar, 1000 yıllık dönemin kazanımlarını gururla anmaları ve bu dönemde kurulan devletlerin ve özerk yinetimlerini basite indirgememeleri gerekir.** Mirlerin birleşmemelerinden şikayet etmekten vaz geçerek, bu Mirliklerin yönetimindeki Kürdistanlıların mutlu ve onurlu yaşayıp yaşamadıklarına bakalım.** Bana göre Mirlerin yönetimi bu gün *****huriyetle idare edilen bir çok yönetimlerden daha çok adıl ve hoşgörülü yönetimlerdi. Birleşme konusuna gelince 500 yıl önceki yönetimleri bir tarafa bırakıb son 100 yıllık Kürdistan tablosuna bakalım:** 1920’lerde Sivasın İmranlı’sında bir Kürdistan hareketini görüyoruz. BMM Başkanı Mustafa Kemal Paşaya muhtıra verilerek muhtariyet istiyordu bu harekatın önderleri. Peki, Koçgiri hareketinin kuracağı Kürdistan nereleri kapsıyordu.?** Veya İngilizler Güneyden Kürdistan toprağına ayak basar basmaz Şeyh Mahmud Berzenci ye bir Kürdistan Krallığını hediye ettiler. Peki bu Kraliyet nereleri kapsıyordu. Sadece Süleymaniye mi? Yoksa Osmanlı mevzuatına göre Musul Vilayetine bağlı Güney Kürdistan parçası mı?** Mahabad’ da 1946 da bir bağımsız *****huriyet kuruluyor ve Mahabat Kürdistan *****huriyetiAdını alıyordu. Peki, bu *****huriyet nereleri kapsıyordu?** ABD ve Avrupalı Koalisyon ortaklarınca 1990’lar da 36. paralelin orasında, burasında oturan Kürtler için güvenli bir bölge belirliyor, Kürt siyasetleri kısa bir süre sonra burayı da ikiye bölüyorlar ve 2. Körfez savaşından sonra ABD’nin ve bütün Kürtlerin baskısı sonucu parlamento da ve devlet idaresinde birleşmesine birleşiyorlar ama hala daha iki mobail telefonlarını dahi birleştirmemişlerdir. Yani Hewlér Süleymaniye ye, Süleymaniye Hawlére kapalıdır.Sonuçta biz birleşmiyorsak, veya biz hayalımızda da olsa büyük Kürdistan’ı görmüyorsak, başkaları ne yapsın?. ** Med İmparatorluğundan sonra ilk olarak Kürdistan’ın 4/3’ü Osmanlı İmparatorluğu himayesinde ve Mewlana İdris-i Bitlisi’nin zengin diplomasisi sayesinde ayrı ayrı yönetimler şeklinde Osmanlılarda toplanmışlardır. Mevlana İdris’in aracılığıyla oluşturulan Kürt-Osmanlı ittifakı ve onun sayesinde oluşan Kürdistan mirlerinin kendi araların da ki dayanışma ruhu sonucunda, Osmanlı Sultanlarının da geniş güvenlerini kazanarak, İdris’in kanunnamelere geçirdiği bölgelere ilaveten birçok yerler işgalcilerden veya Sefewilerden alınarak Kürt mirlerinin ve prenslerinin yönetimine verilmiştir.O dönem de İran Şahlığı da Osmanlıları örnek alarak Kürdistan otonom yönetimlerini bütün İran Kürdistan’ına serpmişlerdir. ** Osmanlı İttifakı döneminde Kürtler, hiçbir bölgede toprak kaybına uğramadıkları gibi, Urartoluların ve Haldi’lerin kadim mirasları olan Kurdistan toprakları tekrar Kürtlerin nüfus alanlarına kavuşmuştur. Kürtler ne İslamiyet döneminde ve ne de Osmanlı döneminde toprak kaybına uğramamışlardır.** Bana göre, Kasr-i Şirin antlaşması dönemi, Kürtlerin en gelişmiş dönemidir ve Osmanlı da birleşme şanslarının olduğu bir dönemdir. Ama ne Mevlana İdrîs gibi kabiliyetli bir diplomat ve ne de Sultan Selim gibi Kürtleri anlayan ve onlara son derece güvenen bir Sultan ortalıkta yoktu.Bu yüzden Kürtlerin Türklerle ve Osmanlılarla tarihi ilişkilerini bütün duygusallıklardan uzak bir biçimde yeni baştan ele almaları gerekir diye düşünüyorum. Ve diyorum ki Kürtler, Türklerle olan hesaplarını 1514’ten başlayarak yapmalı ve bu çerçevede Kürt Ulusunun hak ve hukukunu savunmalıdırlar.Şimdiki zamana bakalım :Geçenlerde (1 Eylül 2007 de) Ankara da ‘Barış Meclisi ‘ toplantısına bende çağırılmıştım. Ancak öğleye kadar konuşmacıların boş ve beyhude önerilerini dinlemeye dayanabildim. Divan Başkanlığında görev alan bir bayan söz aldı. Sanırım bu bayan, ekabirlerden idi, zira herkes divana çıkarılamaz ve çıkamazdı. Bu sayın bayan ezilen ulusların demokratik haklarına kavuşabilmeleri, yani haklarını ezen ulustan alabilmeleri için sadece 2 yol vardır diyerek, bu yolların biri devrim diğeri demokratikleştirmedir dedi. Bende gayrı ihtiyarı yavaşça ‘ her iki yol da imkansızdır.’ dedim. Sol tarafımda oturan tanımadığım bir bayan: “- Üçüncü yol da, burada toplananların işi değildir.” Deyince, “biliyorum bacım” diyerek ona katılmıştım. Sen ayrılıkçı bir proje ile yola çıkmamışsın. Üniter veya yumuşak bir merkeziyetçi rejimin içinde demokratik hukukunu talep ediyorsun. Gelin barışalım veya artık kan dökülmesin naralarıyla yola çıkamazsın. Açık bir şekilde hak ve hukuk talebinde bulunacak ve mutlaka 1514 Amasya İttifakından başlayarak tarihi gerekçelerle yola çıkacak ve bu görüşü Kürt kamuoyuna mal ettikten sonra pasif direnişlerle ve anlaşılır demokratik yöntemlerle faşist ve ırkçı yönetimin üzerine baskı kuracaksın.Bu baskıyı sadece 5-10 tane Türk aydın ve entelleriyle başaramazsın. Direnenlerin sayıları milyonları bulmalı.Meydanları dolduracaksın. Kiminle? Sadece fakir *****aralarla, biçarelerle ve köylülerle bu iş olmaz ve hiç olamaz. Ne zaman senin burjuvazin, tarikat şeyhlerin, aşiret ağaların, topyekûn aydınların ve bunun yanında köylülerin, rencberlerin yekvücut oldu, ne zaman şehirdeki burjuva veya yarı burjuva kitlelerinin öncülüğünde bütün Kürtler kendi gelecekleri için aynı noktaya geldi, işte o zaman barış teklifi senden değil, karşı taraftan gelecektir. Sen hemen masaya oturmayacaksın. Kendinden ve halkından emin adımlarla masaya yanaşacak ve yüz yılı aşkındır Şeyh Abdusselam ve Mela Mıstefa nın azimli duruşunu örnek alacaksın. Hiçbir zaman Vietnam, Angola, Kamboçya ve Mozambik nakaratları bize fayda getirmez, getiremez ve maalesef o sloganlar zarardan başka bir fayda getiremedi bugüne kadar.En basit bir köylü mağdur edildiğinde bile rakibi ne kadar güçlü olursa olsun barış isteğinde bulunamaz ve böyle bir şeye tenezzül etmezler. *****huriyet döneminde, Kürt erkeklerinde kişilik diye bir şey kalmadı. Kürt kadınları zalimlerle yüzleşmedikleri için daha özgür ve kişilikli bir ortamda büyüdüler ve bugünlere geldiler. Şimdi bakıyorum “mér ketine kewaré, jin çone hewaré”(*) misali bizim kahraman erkeklerimiz Kürt annelerini öne sürüyorlar. Merak etmeyin birkaç nesil sonra onlar da bizim gibi olacaklardır. Onlar da ezile ezile, hakaret ve işkence göre göre biz erkekler gibi ‘düşürülmüş’ olacaklardır.Herkes Kürtleri düşürmeye, aşağılamaya çalışıyor. Araplar, Farslar, Türkler ve özellikle Türk solcuları ve de Avrupa Birliği sürecinde söz alan yabancılar. Her kes bize millet demeyi, coğrafyamızın ismini telaffuz etmeyi bize çok görüyor. En acısı, Kürtler de son yıllarda yabancılardan geri kalmıyorlar ve bu duruşu ilericilikle, ulusal refleksleri de gericilikle yorumluyorlar. Bunun için “düşürülmüş” oluyor ve ulusal şahsiyetimizi gün geçtikçe kaybediyoruz. İnsanlar dayak yiyerek kinlenebilirler. Nefret refleksleri kabarabilir; ama dayak yiye yiye insanlar şahsiyetlerini kaybediyorlar. 10 binlerce militan yıllarca cezaevlerinde işkence altında kaldı da ne oldu. Bu fedakar militanlardan kaç tane lider yaratıldı ? Onların onca fedakarlıklarını taktir eden var mi?-----22 Temmuz 2007 seçimin de 23 Kürdistan vilayetlerinden Kürtlerin aldıkları oylar 805.000’dir. Bu sayı 2002 de 1.054.000’dir. Serbest adaylarla, “hezarhivi” ve bin bir ricadan sonra 250.000 taraftar eksildi. Son beş yılda artan gençlik oylarından da bir haber yoktur. Bu 23 vilayetin kullandığı geçerli oy sayısı 5.095.000 dır. Bu 5 milyon oyun 3 milyonunu Tayyib Bey almıştır. Kürtler, kendi bölgelerinde aldıkları oy miktarı yüzde 16’nin altındadır. Bir seçim önce bu oran % 24 civarındadır.-------Bugünlerde Radikal Gazetesinde (15 /09/2007) çıkan DTP Eş Başkanı, Diyarbakır Milletvekili ve Anayasa Komisyonu üyesi Aysel Tuğluk hanim efendinin bir beyanatını kayda alayım: “- Vatandaşlık tanımı partimiz için olmazsa olmas değişikliklerden biridir.Eğer bu madde de yeniden Türk etnisitesine dönük bir tanımlama yapılırsa, bu anayasanın tümden reddi için bir gerekçedir bizler için. Toplumun tüm farklı etnik ve kültürel kimliklerini reddetmeyen, bunların kimliksel ve kültürel haklarını anayasal güvence altına alacak bir vatandaşlık tanımı yapılmalıdır. Ayrıca farklı dillerden eğitim ve öğrenimin yasa koruyucunun inisiyatifine bırakılmadan anayasal güvenceye kavuşturulması bir diğer olmazsa olmasımızdır.”Bu duruş, doğru bir duruştur. Her Kürdüm diyenin bu duruşu sergilemelerinin milli görevleri olduğunu, bir gayret ve şeref borcu olduğunu biliyor ve buna inanıyorum. ---Savunmalarla ilgili CG’nin araştırmalarına katkım olsun diye Leyla Zana’nın son olarak Diyarbakır *****huriyet Savcılığında yaptığı savunmayı (22.09.2007 Tarihli Gerçek Demokrasi Gazetesinden) aktarmak istiyorum:“- Eyaletler konusunda merkeziyetçi yönetimin ülke sorunlarını yeterince çözemediğini (…)yerel yönetimlerin güçlendirerek, toplumla sorumluluk paylaşılarak ülkenin önünde açılabileceğini, toplumun farklılıklarla kendilerini daha iyi ifade edebileceklerini, sorunların ertelenerek değil zamanında çözerek ilerleyeceğini savunuyorum. Kürdistan kelimesine gelince, tarih boyunca her halkın yaşadığı toprağın bir ismi olmuştur.Kürt halkının da üzerinde yaşadığı toprak Kürdistan olarak adlandırılmıştır. Osmanlılardan tutun Türkiye *****huriyetinin ilk kuruluşuna kadar bu isim kullanılmıştır.(…) Bu toplum, Kürt ve Kürdistan dediğinde kendisini rahatlamış hissediyor.Her kalk gibi kendi onuru ve kimliği ile yaşamak istiyor ; bu da onların hakkıdır. Amacım siyasi sınırların yeniden çizilmesi değildir.” -------Hak-Par Genel Başkanı Sertaç Bucak, birkaç gün önce Diyarbakır da düzenlenen Kürt Konferansında şunları söylüyor :“- 84 yıldır bu ülkede yaşadıklarımız, siyasal, ekonomik, sosyal deneyim ve Kürt kökenli milyonlarca TC yurttaşları ile devlet arasında bir güven bunalımına yol açmıştır.Çünkü Kürt sorununun çözümü için adımların atılmaması, *****huriyet öncesi verilen sözlerin unutulması, yurttaşlığın temelinde olan topluluğa güven ve ona bağlılık duygusunu Kürtler arasında tahrip etmiştir. Ancak güven bunalımının aşılması, Kürtlerin uluslar arası standartlara kavuşması ile Kürtlerin kendi kendisini yönetme istemiyle ilintilidir. Kürt halkının özgür geleceğinin inşası ve güvencesinin esas olarak Türkiye’nin çoğulcu, katılımcı ve federal bir sistem ile yeniden yapılanmasından geçer. (…) Biz Federsyon çözümünü ayrılığın değil birliğin güvencesi olduğuna inanıyoruz..” ----------Şimdi, 38 yıl önce Türk Mahkemeleri önünde savunduklarımdan birkaç satır aktaralım : (Epözdemir-1969: 7 ) :“ - Sayın Yargıçlar, Beni huzurunuza getiren başlıca neden, 46 yıldır *****huriyetimiz hükümetlerinin kabul etmedikleri Kürd realitesinin bir sonucudur. Şayet gerçekler olduğu gibi kabul edilseydi bugünkü Türkiyemiz de bir Kürd sorunu söz konusu olmazdı. Ne Türkiye’nin refahı sözde kalır, ne mahrumiyetler içinde kalan bölgeler “GERİ KALMIŞ BÖLGE “ adını alırdı.Bugün kü Türkiye de, nasıl geri bırakılmış Doğu Bölgesi varsa, Dünya Devletleri arasında da geri kalmış bir Türkiye tablosu mevcuttur. Ve naçiz kanaatime göre, Türkiye’nin bu duruma düşmesindeki ilk neden, gerçeklere saygı duymayan, hakikatleri inkar eden idarecilerin yanlış tutumlarındandır.Bütün bunları göz önünde tutarak,gerçekleri olduğu gibi söyleyecek ve şimdiye kadar yapılan ve yapılmakta olan hataya düşmemeye gayret edeceğim.“DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU “ diyeceğime bu ülkenin tarihi ve coğrafi adı olan ve tek bir kelime ile ifade edilen KÜRDİSTAN tabirini kullanacağım. TÜRK VATANDAŞI diyeceğime, Kürd Ulusu veya Türkiye vatandaşı tabirini kullanmayı daha doğru bulmaktayım.Nasıl ki Kürdistan Bölgesinin gerçek ismi “ doğu ve güneydoğu Anadolu” bölgesi değilse, buna Türkiye Kürdistan’ı demek daha doğru ise, Kürt Halkına da Kürt Halkı demek daha doğrudur. Türk vatandaşı olmamız için, yersiz ve yurtsuz bir azınlık olmamız lazım. Oysa her bakımdan Kürtlerin de Türkler kadar bu vatanda yaşama hakkı ve özgürlüğü olması gerekir.Üzerinde halen de yaşadığımız Türkiye Kürdistan’ı, en az 5000 seneden beri baba ve ecdatlarımızdan kalmış toprağımızdır. Türklerle kader birliğini yaptık diye Afrika’dan köle olarak Amerika’ya götürülen Zenciler gibi ABD’nin bayağı bir vatandaşı haline mi geldik.?...Gerçi bizi o vatandaştan da, o zenciden de daha hor gören zihniyet hakimdir ve “Türkiyeliyiz” diyen her vatandaşa şüphe ile bakılmaktadır. Fakat ben, o kötü zihniyete mahkum olmayacağım.Zaten iddia makamı da “ Kürt Milleti “ ve “ Kürdistan “ tabirlerini hazmedemediği içindir ki, bizi Federal veya Müstakil bir sistemle itham etmektedir. Oysa Kürtler bir Millettir. Bu bir vakıadır. Ve Ulus olması demek, Türklerden ayrılacağı,müstakil Kürdistan kuracağı anlamına gelmiyor.Kürtler, dilleri bakımından, örf ve adetleri bakımından, coğrafyası bakımından, ve insanca yaşamak için oluşan gaye birliği bakımından Millet oldukları gibi , Türklerle kader birliği yapılmasında temel taşı teşkil eden Din ve Vatan birliği bakımından da milletir. Kürd Milletinin de başka dünya milletleri gibi ayrı tarihi ve geçmişi vardır. Nasıl ki Türklerin ayrı ve müstakil tarihleri varsa, Kürtlerin de aynı şekilde tarihleri vardır. Milletlerin beraber yaşamasında ne dil, ne din, ne ırk birliği, ne milli örf ve adetler, ne de tarihi birlik zaruri değildir. Zorunlu olan vatan birliği, ekonomik menfaat birliği ve bunun sonucu müşterek gaye birliğidir. Türkiye’nin ulusal çıkarında müşterek duygu ve düşünceye sahip Çıkmamız lazımdır. Ama ilelebet (sonsuza dek) Türkiye’nin milli menfaatini bir yana bırakıp, sadece Türk ırkından gelenlerin menfaatini düşünmeyi zorlanmaya gelemeyiz.Daha önce de arz ettiğim gibi, milli duygunun kaynağı, Milli Misak sınırları içinde Türkiye’nin Bağımsızlığı temeli üzerinde oturtulmalıdır. Türkiye gerçeklerini tabulaştırarak değil, realiteleri bilimsel ve insancıl bir yönden ele alıp Türkiye de yaşayan insanların mutluluğu ve eşitliği uğrunda savaşmalıyız. Gerçekleri inkâr edip, vatandaşın milli duygusuna helal getirmekten fayda yerine zarar getirmiş olacağız.Güneş balçıkla sıvanmaz.. Ama güneşi bilimsel olarak ele alan insanoğlu, çağımızda enerji ünitelerini meydana getirmekte ve insanlığın hizmetinde yeni bir dönem açmış bulunmaktadırlar….* * *38 yıl önce söylediklerimle bugün söylenenleri karşılaştırın. Kimlerin daha açık ve daha net olduklarına siz karar verin.. Bütün bunları Sayın Cemil Gündoğan’a söylemiyorum. Derdimiz çok, dinleyen yok. Belki bu münasebetle sesimiz bir yerlere gider diye düşünüyorum. Vallahi de billahi de hem Kürtlere hem Türklere ve hem de Türkiye ye yazık oluyor. Bu meseleye şaşı(**) bakmaktan artık vazgeçelim diyor ve saygılarımı sunuyorum. 15.09.2007D İ P N O T( * )-- “Hirç ketne nav malén Ebbasan, méran xwe xistin bin palasan, Jin rabûn dane dasan, Méran serén xwe ji biné palasan derxistin..Gotin jinan : “-A wisan! A wisan! “…(**)-- 2007’de Sayın Feridun Yazar tarafından “ Kürtler , Kürt sorununa nasıl bakıyor” adı altında (Ankara da) bir konferans düzenlendi. Ben de bu münasebetle “Kürtler, Kürt sorununa şaşı bakıyorlar” başlığıyla bir makale yazıp Feridun Beye gönderdim. O Makalemi Rizgarî sitesinde bulabilirsiniz. Benim görüşüme göre özellikle Kürt aydın ve siyasetmedarları, Kürt sorununa “ şaşı “ bakıyor ve böylelikle bütün çabaları sonuçsuz kalıyor. Şakir Epözdemirhesinker@ gmail.com  

Yeni Yorum yaz

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.