Ana içeriğe atla

'Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği' veya Savunmamın SavunmasıGönderen: Şakir Epözdemir (IP Kaydedildi)Tarih: 25 March, 2008 17:36Sayın Cemil Gündoğan tarafından kaleme alınıp Vate Yayınevince 2007’de İstanbul’da neşredilen “Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği“ başlıklı 558 sayfalık çok kıymetli kitabinin, tarih boyunca Kürtlerde “SAVUNMA” geleneği ve refleksi ile ilgili güzel ve yararlı bir araştırmayı, Kürt aydın ve siyasetçilerinin hizmetlerine sunmuştur.Yazarımız, özellikle Kuzeylı Kürtlerinin Osmanlıdan bu yana siyasi savunmalarını irdelemiş, bu savunmaları irdelerken, a)- TKDP (1968) davasında yargılanan Said Elçi ve Şakir Epözdemir’in 1968/69’da Antalya Ağır Ceza Mahkemesi önünde yaptıkları ve yazılı olarak sonradan mahkemeye ayrı ayrı gönderdikleri savunmalarını, b)-Paşa Uzun’un 19 Kasım 1980 ‘ de Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemelerinde DDKD’den ayrı ve tek başına yaptığı savunmasını , c) -Ala Rizgarî dergileriyle ilgili tutuklanıp 1980 de Diyarbakır’da yargılanan Kamil Sünbül’ün savunmasını, d)- 1982 Elaziğ Sıkıyönetim Mahkemelerindeki Kawa Davası Savunmasını, “Siyasi Savunma” olarak nitelemekte ve bu tarihe kadar ortaya çıkan savunmaların hemen hemen tümünü bu katagorinin dışında değerlendirmeye alıp bu savunmaların “ideolojik ve teorik savunmalar “ olduğunu kaydetmektedir.Araştırmacı yazarımız sırasıyla, a) -Osmanlı dönemi Yargılamaları, b)-Mütareke-Milli Mücadele Dönemi, c)- Şeyh Said Ayaklanması Yargılamaları, d)- Hoybon ve Yeni Diskur, e)- Kırkdokuzlar Davası Savunmaları, f)- TKDP Davası Savunmaları, g)- DDKO Davası Savunmaları, h)- 1975-80 Dönmi Savunmaları, i)- 12 Eylul Dönmi Savunmaları, j) -Rizgarî Davası Savunması, k)- Ala Rizgarî Dasvası Savunması, L)- Paşa Uzun’un Savunması, m)- PKK Davası Savunmaları, n)- Kawa davası Savunmalarını sıraladıktan sonra, en son 1984 Sonrasındaki Savunmalar başlığı altında diğer savunmaları değerlendirmeye almış bulunmaktadir.Burada, şahsen (kişisel) ve toplu halde savunma yapanların isimlerini tekrarlamak gerekirse, Siyasi Savunma yapanları sırasıyla TKDP Davası adına 1-Şakir Epözdemir, 2- Said Elçi, kişisel olarak : 1- Paşa Uzun, 2- Kamil Sünbül, Kawa Davası Adına 1- Cemil Gündoğan, 2- Hasan Hüseyin Yıldırım, 3- İbrahim İncesu, 4- Muhlis Bozkurt 5- Cemalettin Tünc’tür…Bu tesbitlerinden anladığım kadarıyla yukarda adı geçenlerin 1968 den 1982 ye kadar Türkiye Mahkemeleri önünde siyasi savunma yapmış olanlar bu isimlerden ibarettir.“İdeolojik, teorik savunma yapanlar ise “DDKO davasından toplu olarak savunmaya imza atanlar : 1- Faruk Aras, 2- Ferid Uzun, 3- Nusret Kılıçaslan, 4- Sabri Çepik, 5- Zeki Kaya, 6-Hasan Acar, 7- İhsan Aksoy, 8- İhsan Yavuztürk, 9- Niyazi Dönmez, 10- Ali Beyköylü, 11- Battal Bate, 12- Fikret Şahin, 13- İbrahim Güçlü, 14- Mahmud Kılınç, 15 Mümtaz Kotan, 16- Yılmaz Balkaş, 17- Yümnü Budak’tır.DDKD adına 1975/80 döneminde İkram Delen, Ahmet Göksoy, Hamit Geylani, Mustafa Aksakal, Rüştü Mütevelizade ve arkadaşlarınca verilen toplu savunmalarını, 12 Eylul döneminde PKK davasında Yılmaz Dağlum, H.Atmaca, M.Keser ve Kawa Davası sanıklarından Cemal Miran, Celal Avcı, Rizgarî davasından Ruşen Aslan ve Mumtaz Kotan’ ın da “ İdeolojik ve teorik Savunma“ yapmış olduklarına şahid oluyoruz.PKK Davası Savunmasının hazırlık safhasını tamamlayanlar ise Şükrü Gülmüş, Selim Çürükkaya, Huseyin Yıldırım, Mazlum Doğan, Kemal Pir ve Mehmed Hayrı Durmuş olduklarını okuyoruz .( s.252 ) 1984’ten sonra “ulusal savunma” yapanlar ise başta Komal Yayınevinin sorumlusu Recep Maraşlı olmak üzere, TİKKO davası sanıkları, Kawa Davasından Celal Avcı, Ahmed Aygün, Mahmud Şahin ve Şefik Gülaçtı’yi tesbit edebildim.Ayrıca 12 Eylül 1971 tutuklamalarıyla savunma yapmayanların TKDP, KİP (DDKD), KUK, TKSP ve Tékoşin’i okuyoruz. Bu dönemde İdeolojik savunma yapanlar, Alarizgarî ve Rizgarî dir. Siyasi savunma yapan örgütler ise Ala Rizgarî, Kawa ve PKK' dir.CG’nin Celaded Bedırhan’ı, Mustafa Kemal’e yazdığı mektubundan, Kadri Cemilpaşa’yı “Doza Kurdistan“ eserinden ve Beytar Nuri Dersimî’yi de “Kürdistan Tarihinde Dersim“ adlı kitabından dolayı ‘Hoybon savunmaları‘ olarak değerlendirmiştir.Ancak, Mustafa Remzi Bucak’ın ABD’den “Başvekil İsmet Paşaya Açık Mektup veya Neden Türkiyede Federasyon Kurulmasın“ mealindeki mektubu da 1963’ler de çok pupüler bir “savunmaname “ olduğu halde, değerlendirilmeye alınmamıştır.Ayrıca 1984’ten sonra gerek İsmail Beşikçi Hoca’nın İstanbul 2 No’lu DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA yazılı olarak verdiği 7 adet savunma ve gerekse DEP milletvekillerinin 1994’te Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi başkanlığına sundukları savunmalarının kitapta yer almamış olması bir eksikliktir diye düşünüyorum..Sayın Beşikçi’nin -Savunmalar– adlı kitabında, 1-Devletlerarası Sömürge Kürdistan, 2- BİR AYDIN, BİR ÖRGÜT ve KÜRT SORUNU, 3-Bilim,Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrası ve Kürt Sorunu kitaplarıyla ilgili savunmalarının hangi savunma modeline alınacağını gerçekten merak ediyorum. (bak: Melsa-Belge Yayınları : 1,birinci baskı Mart 1991 )Bana göre DKP’nin Anayasa Mahkemesince kapatıldığı yakın tarihte Şerefeddin Elçi’de 10. *****hurbaşkanı Ahmed Necdet Sezerin Başkanlığındaki Anayasa Mahkemesi heyetinin huzurunda yaptığı DKP savunması da nefis bir savunmadır. Bunun hangi kategoriye gireceğini veya hangi türden bir savunma olduğu takdiri CG’ ye aittir.“DEP MİLLETVEKİLLERİNİN İDDİANAMEYE KARŞI SAVUNMALARI” başlığı altında 153 sayfalık bir kitapta yer alan savunmalar da sırasıyla Ahmet Türk, Leyla Zana, Orhan Doğan, Sırrı Sakık ve Hatip Dicle tarafından ayrı ayrı kaleme alınan savunmaların değerlendirmeye alınmasında da yarar görüyorumBöylece Bedirhan Beyden, Bedirhanilerden, Şeyh Said, Seyd Rıza ve Xoybon’dan 49’lara, 23’lere, TKDP’ ye, DDKO’lulara ve oradan 1990’lara kadar bütün örgüt ve misyonların mahkemeler karşısında ki duruşlarını veya gerek Osmanlı ve gerekse *****huriyet yöneticileri karşısındaki tutumlarını bu kitab sayesinde değerlendirme fırsatını elde etmiş olacağız.CG’nin araştırmalarına katkım olsun diye birkaç not da ben sunmak istiyorum:Mîr Bedirxan (Bedirhan Beg ) kendini ve ailesini güvenceye alıp Osmanlılarla savaşmadan Hırvatlı Osman Paşa ya teslim oldu. Aile efradını ve bazı yakınlarını yanına alarak İstanbula gitti veya götürüldü. Sultan Abdulmecid O’nu hüzüra aldı ve sebeb-i isyanını sordu. Bedirhan Beg, Ömer Heyyam’ dan bir dörtlükle Padişahı cevapladı. “Eğer ben suç işlesem, sen de beni cezalandırırsan, o zaman senin benden ne farkın kalır ?”. Kürtçede söylenen “- jı biçûkan qısûr, ji mezınan efû (léborîn) atasözünün, yanı “ küçüklerden kusur,büyüklerden af “ deyimiyle 1000 yıllık hanedanlığın varisi ve “Peymana Pîroz = Kutsal İttifakın“ başkanı olan Bedirhan Beg bu cevapla sadece kendini kurtarmaya çalışıyor ve Sultanla çok iyi geçindiği için sürgününden 10 yıl sonra (1958 yılında ) Miralaylıktan Paşalığa terfi ediyor.Bu da (sözde) bir savunmadır.Ama bu savunmanın Kürtlerle ve Kürdistan meselesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Gündoğan’ın “biat” dediği geleneksel Kürt önderlik teslimiyetçiliğinin kökleri Bedirxan Beyden çok daha ötelere gitmektedir. Bedirhan Beyin yanında yer alan Hakkari ve Mahmudi Beylerinin sürgünden sonraki ifadelerini de DOZ Yayınları tarafından neşredilen ve Sinan Hakan tarafından kaleme alınmış “1817-1867 dönemindeki, Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri” adlı kitabı sayesinde okuma fırsatını bulduk ve okuduk. ‘Kutsal İttifakın Önderleri durumundaki bu üç şahsiyetin ifadelerinden kisa örnekler sunmak istiyorum: Adı geçen kitabin 242 sayfasında Bedirhan Bey’in ifadesinden birkaç satır okuyalım :“- Ben padişahimin özgürlüğü kabul etmez kölesi ve ailem cariyesi ve evladım dahi kölezadesi olduğundan, diler cümlemizi denize bıraksın diler merhameten af büyürsün. Şan-ı Şahaneye ne düşer ise onu icra buyursun. Alelhusus, küçük bir adamın biri kabahat eder ise, büyüğün şanı af etmektir.” Han Mahmud Bey (Van- Hoşab), biraz daha dik durmaya çalışıyor.Bakın aynı kitabin 245 sayfasında ne diyor : “-Ben asla kabahat etmedim. Ancak, kabahat etti derlerse, kabahat benimdir, ne çare? Böyle oldu! Ben padişahımızın bayağı ve fakir bir kuluyum. Ne ferman buyurulursa cümlesine razıyım.”Nurullah Bey (Hakkari), Padişaha yazdiği ilk arznamesinde (sayfa 273) şöyle diyor: “- (…) Naazubillah-i Teala, Bedırhan ve Han Mahmud gibi direnişçi sınıfından değiliz. Harun el- Reşid zamanından şimdiye kadar silsilemizden hiçbir kimse haddını aşmış veyahut itaat dairesinden çikmış ise (o zaman) kölenizin dahi Kürt olma ihtimalı vardır..” Belki Kürdistan eşraf ve ruesalarının divanlarında Bedirhan Paşa , bu tavrından dolayı hep yüceltilmiş ve mirleri akıllı davrandığı için takdir edilerek, Bedirhan Beyin bu akıllı davranışını kendilerine örnek almışlardır. Kürtlerde geleneksel teslimiyet ve ‘bîat’ da böylece her tarafta kökleşmiştir.Aşiret Mekteplerinden, Rüştiye, İdadiye ve Osmanlıların kurmuş oldukları okullardan mezun olan kuşaklar ortaya çıkmadan, biz tarih sahnesinde Haci Ahti’ları ve Cıbranlı Halıd Beg’leri görememişizdir..Kürtlerde bir atasözü var : ‘ Desté ku tu nıkarıbî bitewînî ramîs e.’ Türkçesi : ‘ Eğilmiyen eli öpeceksin.’ Bu deyimler adeta Kürtlerin damaklarına işlenmiştir.Şeyh Ubeydullah’ın birkaç gün içinde Kürdistanının büyük bir kısmını İran Şahlığından geri aldıktan ve İngilizlerin baskısına dayanamayan Sultan Abdulhamid’in çağrısına uyup teslim olduktan sonra, İstanbul da Yüce Sultan’ın eşiklerine vardığında, kendi müridi ve mensubu olan Sultan Abdulhamid’e hangı mazerette bulunup af dilediğini merak ediyorum. CG’nin bazı kaynaklara dayanarak güzel ve kulaklara hoş gelen tesbitleri de vardir.(s.144 ve devamı):Cibranlı Albay Halit Bey: “- Karşınızda yalnız değilim. Arkamda İran, Mezopotamya ve Türkiye de muazzam bir Kürt Ulusu bulunmaktadır. Bugün beni asıyorsunuz,fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız da sizleri yok edeceklerdir.(Sasuni 1992: 192.)Ermeni Yazar Sasuni’den alınan bu kısa ama çok anlamlı savunmalar, Cibranlı Halıd Bey, Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, Bitlisli Koçzade Eli Rıza Bey, Kemal Feyzi, Dr.Fuad, Dava Vekili Haci Ahti, Şeyh Said Efendi, Diyarbakırlı Avukat Tevfik Bey tarafından verilen veya darağacına giderken söylenen kısa ama anlamlı savunmalarıdır ve gelecek kuşaklara çok önemli mesajlardır bunlar.Bu arada Hénéli Salıh Bey’in inançlı direngenliğini de kaydetmek istiyorum. Salih Beyi sorgulayacakları gün, duruşmadan önce kendisini hapishaneden çıkarıp bir manga askerin nezaretinde ve bir Binbaşinin gözetiminde o gün sabaha karşı asılmış bulunan ve darağaçlarda asılı duran arkadaşlarının önünden geçiriyorlar. Tam darağaçların hizasına geldikleri zaman Binbaşı, Salih Bege “- Salih Bey, sağa bak.” Diyor. Salih Bey işin farkındadır. Binbaşıya “- Sen bak oğlum, sen !.. Ne zamanki bir milletin önderleri ve liderleri özgürlükleri için dar ağaçları göze aldı, işte o zaman o mılletin özgürlüğü yakındır. Sen bak oğlum, sen..! ” diyor.Dilden dile dolaşan ve 1960’larda yaşlı milliyetçiler tarafından kulaklarımıza fısıldanan bir çok cesur savunma örnekleri vardı. Büyük önder Seyîd Rıza ile ilgili aklımda kalan, o darağacına giderken çok düşünceliymiş, hakim bunun sebebini sormuş ve Seyîd Rıza şöyle bir cevap vermiş : “- Ben asılacağım diye üzülmüyorum. Arkadaşlarımdan geri kaldım diye üzülüyorum.” Demiş. Arkadaşlarım derken Şeyh Said Efendi ve arkadaşlarını kastetmiş.Şeyh Said Efendi ile ilgili hep duyduğum “- Ben Bağımsız Kürdistan temelini attım. Gelecek kuşaklar bu temelin üstünde mutlaka bağımsız devletlerini kuracaklardır.” Şeklindeki sözleri idi. Bu söylentiler 1960’lar da biz ulusalcı Kürt’lere büyük moral veriyordu.Şeyh Said Efendi’nin kardeşi Şeyh Abdurahim teslim olmamış, dağa çıkmış, takibat altındadır. Devlet bir dostunu ayarlıyor ve “ gelsin teslim olsun, onu serbest bırakacağız “ diye. Şeyh Abdırehim Efendi Kürtçe olarak “ Here béje Tırko, Ebdırehim teslim nabi.” Türkçesi :’ Git onlara söyle Abdurahim teslim olmaz.’ Bana göre en büyük savunma önderlerin teslim olmama kararlılığıdır.Bütün bu söylenenlerin doğru olduğunu varsayalım. Darağaçların altına gitmeden önce söylenmesi gereken o kadar çok şey varken, neden hep son söz olarak bir iki cümle ile yetindiklerinden bir şey anlamıyorum. Kürtler, Osmanlılarla 1514’ten beri anlaşmalı bir ittifaktadırlar. 330 sene bu ittifak maddeleri harfiyen yürülükte kalmış. Peki 1830’lar da başlayan Kürdistan hükümet ve sancaklarının tasfiyesinden sonra bir tek Kürt bu ittifakın şartlarını Osmanlılara hatırlattı mı ? Ben şahsen hiçbir Kürt Beyinden veya 2. Meşrutiyetle başlayan Kürt Aydın Hareketlerinden bu konuda bir çıkışlarını duymadım. Peki neden Bedirhan Beg de dahil hiçbir Kürt önderi 500 yıllık andlaşmadan söz etmiyor? Çünkü Kürt Aydınları Kürt tarihinden uzak kalmışlardır ve çünkü Kürdistan yöneticileri olan hanedanlıklarda geçmişle ilgili tarih yazılımlarını kendilerine dert etmemişlerdir. Ve en önemlisi, bizler Zerdeşt dininin tesiri altında kalan bir milletiz. Hala daha Yezidilerin bütün dini bilgileri ezbere söylenen birkaç söylemden ibaret değil mi?Şimdi düşünün, Kürt Merwani Dewleti, Abbasileri örnek alarak ve Ben-u Ezrak gibi vakkanivisleri sayesinde bir belge bırakmıştır. Eyyubiler, Mısır’ın geleneklerini örnek alarak saatı saatına bütün olayları kayda almışlardır. Şeref Xan İranda doğdu, Şah Tahmasp’ın sarayın da İran Prensleriyle beraber okudu, en yüksek düzeyde yetişti ve böylece Şerefnameyi bize miras bıraktı. Osmanlıdan *****huriyet Türkiyesine kadar Kürtler, kendi ulusal hukukları için şu iki noktada tavır almak zorundaydılar: ya “-arkadaş, ben tarihi beraberliklerden ve antlaşmalarla verilen sözlerden vazgeçtim. Seni tanımıyorum. Ayrılmak istiyorum. Seninle beraber yaşamak istemiyorum” deyip, özgür ve şerefli bir ulusun fertleri gibi karşı koyacak, veya tarihi, coğrafi, dini, iktisadi, sosyal ve her türlü müştereklerini ortaya koyup 500 yıllık ortak geçmişlerini dile getirerek, beraber olmanın faydalarını ortaya koyup meşrü hak ve hukuklarını savunacaklardı.Ben ikinci yolu seçtim. 1968’de bilgi birikimim o kadar dı ve ben o bilgi birikimime göre Kürtlerin haklılığını, Türk İdarecilerinin de 46 yıllık haksızlıklarını ortaya koymuş ve “dostlarınıza düşman muamelesini yapmayın” demişimdir. Peki, neden Bedirhan Beg, Han Mahmud, Nurullah Beg, Ezdin Şér, Şeyh Ubeydullah, Seyid Abdulkadır, Bedirhaniler, Şeyh Said Efendi, 49’lar, 23’ler, DDKO ve hemen hemen herkes, bu iki yoldan birini seçmedi. Ya ayrılacaksın. Ulusal varlığını ortaya koyacaksın, ki bu noktada, her bakımdan Kürtlerin haklı ve geçerli sebepleri vardır. Veya Osmanlılarla ve daha sonra Türklerle beraber, eşit haklar seviyesinde yaşamayı tercih edeceksin ki, benim şu anda da bu ikinci noktadadır görüşüm. Gerekçelerim de vardır. Türklerle beraberliğimiz sadece bizim faydamıza değil, Türkiye’nin, Türklerin ve belki de tüm Ortadoğu halklarının da faydasınadır. Hatta gönüllü birliğimizin dünya barışına da katkısı vardır.Her iki noktada da bir millet gibi, dünyadaki şerefli bir ulus gibi dimdik durmak zorundasın. Cıbranlı Miralay Halid Beyin, Mesut Barzani’nin, Mustafa Barzani’nin ve Kadi Muhammed’in durduğu gibi duracaksın. Cemil Gündoğan bütün bu savunmaları sıralarken “Siyasi Savunmalar “ kategorisinde 1. sırayı TKDP’nin 1969 savunmalarına ve dolayısıyla bana vermiştir. ( bk: CG- s. 171 ve 248)Samimi bir duyguyla belirteyim ki ben bununla sevineceğime, Kuzey’li Kürtler adına üzülüyorum. Onca yüce insanların önüne geçmenin mahcubiyeti içindeyim. İsmail Beşikçi Hocamız da DDKO ile ilgili son tahlillerinde (BİR- Dergisi- 2007-sayı 5 sayfa 127) de “- Kanımca, Şakir Epözdemir’in savunması ilk siyasal savunmaydı “ diyor...Kocaman Kürdistan da, bunca kahramanlar, cengaverler, hanedanlar, asilzadeler, şeyhler, ağalar, alimler ve ulemalar, aydınlar, enteller ve karyer sahipleri dururken, benim bu tarihi ve kadim milletin meşrü ve haklı davasının “ Ulusal Savunmasında “ bir numara olduğuma gerçekten üzülüyorum. Okuyucuların izniyle benim bu durumumu veya Kürtlerin -Türkiye Kürtlerinin- bu dramını özetleyen bir Kürt halk hikayesini tekrarlamak istiyorum :Vakti zamanında bir köyden bir köye gelin vermişler. Köyler biribirlerinden uzak. Ne gelen var ne giden. Aradan epey zaman geçmiş, bir gün gelin hanımın doğup büyüdüğü köyden bir misafir gelmiş onlarda konaklanmış. Gelin hanım bu misafirden köyün durumunu ve ailesini sormuş. Misafir “_ Ailen çok iyidir, senin kardeşin de şu anda köyümüzün muhtarıdır.” Demiş. Gelin, başlamış hüngür hüngür ağlamaya. Sormuşlar “ neden ağladığını “, gelin : “- Benim kardeşim köye muhtar olduğuna göre, demekki köy harab olmuş. Demekki köyde adam kalmamış.” Demiş. Ben de bunun için üzülüyorum ve gerçekten bazen Kuzey Kürdistanda ki 20 milyon Kürdün haline bakarak o çaresiz gelin misali Yürkiye Kürdistanı’nın haline ağlıyorum. Kürtlerin neden bir ulus gibi dimdik durmadıklarından hiçbir şey anlamıyorum.İster inanın, ister inanmayın; neşredilen Savunmam adlı kitabımın 125.Sayfasında yer alan ,“DİYARBAKIR’DA AVUKATLARDA VARDI” başlıklı anlatımım harfiyen doğrudur.Yine ister kabul buyurun ister bunu bana çok görün, 27.09.1968’de biz toplu olark Antalya Ağır Ceza Mahkemesinin önüne çıkmadan bir kaç saat önce Ceza Evin de Said Elçi ye “- Biz bu güne kadar hiç mahkemelerin önüne çıkmadık. Hiç bir pratiğimiz yok. Nasıl davranacağımızı bilmiyoruz. Bize bu konuda biraz bilgi ver.” Dediğimde Genel Sekreterim: ” Ben kimseyi yönlendiremem” cevabını vermiş ve çeşitli raportajlarla bu durumu her yerde açıklamışımdır. Mahkemeye çıktığımızda ve ifadelerimiz alındığında, Ömer Turhan’dan sonra ve 2. sırada Mahkeme Heyeti Başkanının gözünün içine bakarak “- Doğu ve Güneydoğu Anadolu dediğiniz yer Kürdistandir. Orada Kürtler meskundur. Bu parti Kürtlerin haklarını aramak için kurulmuştur.” dediğimde savunma yaptığımın farkında değildim. Ben sadece Mahkeme Başkanının bana “- Bir sınıfın, diğer bir sınıf üzerinde tahakkümünü kurmak gayesiyle bir cemiyet kurmuşsun “ sorusunu düzeltmek için yukardaki cümleleri dile getirmiştim. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı bana başka bir soru tevcih etti : “ Neden siz başka partilerin bünyesinde bu hakları talep etmediniz ?” sorusuna, “hiçbir partinin programında Kürtlerle ilgili tek bir cümle yok” diye cevapladım. “- Peki mecliste temsilcileriniz var, neden onlar bu davaya sahip çıkmıyorlar” sorusuna “- Zaman zaman Dr.Yusuf Azizoğlu gibi büyüklerimiz bu konu da seslerini yükselttiler, ama Bakan da olsa, Başbakan da olsa, bir Kürt siyasetçi hak talebinde bulundumu onu sustururlar, tıpki Dr. Yusuf Bey'in susturulduğu gibi “.diye cevapladım. Başkan , “ Nedir eksik olan “ şeklinde bir soru sordu. “- Türkiyede Doğu ve Batı Bölgeleri arasında korkunç denge uçurumları vardır, ekonomik ve kültürel uçurumlardır bu uçurumlar .” dedim.Burada Savcı devreye girdi ve Mahkeme Başkanının “kültürel uçurumdan ne kastettiğimin sorulmasını” istedi. Ben aynen şöyle bir cevap verdiydim :“- Siz kendi dilinizle, biz ise sisin dilinizle okuyoruz.. Doğu’da bütün okuma imkanları ful olsa, okumada fırsat eşitliği de bulunsa, Kürtler kendi dilleri ve çevre kültürleri ile okumadıkça gelişemezler, kültür seviyeleri yükselmez; bu iddialarım bilimseldir. Bu yüzden Kürtlerin kendi dilleriyle okumaları gerekir. Bu bölgede tedrisatın Kürtçe yapılması gerekir ” diye cevapladım.Başkan bir soru daha sordu : “- Neden Şeyhleriniz ve ağalarınız bu konuda çaba göstermiyorlar ?” Galiba , Mahkeme Başkanı bunca büyük problemin bizim gibi sıradan kimselerin işi olmadığını, ‘daha olgun ve daha dolgun’ kişilerin işi olduğunu düşünerek bu soruyu sordu. Ben de, “- On’lar bizim şeyhlerimiz ve ağalarımız değiller..” deyinca “- Ya kimin Şeyhleri ve ağalarıdırlar ?” dedi ve cevabini aldı : “- On’lar, *****huriyetin şeyhleri ve ağalarıdırlar.” dedim.Özet olarak savunmadan habersiz ve mahkeme kuralları hakkında tecrübesiz biri olarak mahkeme başkanıyla aramızda geçen soru cevaplar böyle geçti. Mahkeme Başkanı kırık bir teyb gibi bizden bilgileri alıyor ve sorulara verilen cevapları veya uzun savunmalar bittikten sonra, kafasını sallaya sallıya ve kendi uslubuyla, biraz da deyimlerimizin içini boşaltarak zabıtlara geçiriyordu. Hiç kimse Faik Bucak’a “Bucaklıoğlu” der mi?. Bizim Avukat Faik Bucak tabirimizi “Bucaklıoğlu” diye zabta geçiren Mahkeme Başkanının kendisidir.Gerçi yukarda tekrarladığım ifademin bütün amareleri karar metninde mevcuttur ve CG beni bu yüzden “ Siyasal Savunmacılar” kategorisinin başına almıştır, ama Mahkeme Zabitları tamamen söylediklerimizi yansıtmıyor. Bizim kullandığımız dil, zabitlara geçen dil değildir. O dil Mahkeme Başkanının ve mahkemenin dilidir. O zamanın mahkemeleri henüz ıhtısas mahkemeleri değildi ve siyasi mahkemeler henüz yoktu. Mahkeme Başkanının iyi niyetli sorularından da bu anlaşılıyor. Düzeltme hakkımız vardı. Reis söylemlerin bütününü zabta geçirdikten sonra , gözümüzün içine bakarak “ tamamı “ diye sorardı. Ben şahsen çok tedirgin olduğum için “ tamamdır “ demiştim. Neden tedirgindim diye soracak olursanız, ben arkadaşlarımdan tedirgindim. Ben sınırı aşmıştım. Kürdistan demiştim, Partiyi savunmuştum, Donkişotluk ve belki de ucuz kahramanlık yapmıştım. Benim ifadelerimle mahkeme salonundaki hava kurşun gibi ağırlaştı.Hiçbir Avukat kılını kıpırdatmadı. Said Elçi rahmetliye sıra geldi ve o anda anladımki biz savunma yapıyoruz. Artık iş işten geçmişti. Gerçi ben bir daha söz alabilirdim ama mahkeme usulu hakkında hiçbir bilgim yoktu ve zaten söylediklerimle partiden uzaklaştırılma noktasına gelmiştim. Yanı tabirde kusur yoksa ‘ çizmeyi aşmıştım ‘.Said Elçi çok acıklı bir nutuk çekti. O büyük bir hatipti. Said’in ses tonu da harikaydı. O, mahkemeye hitab ederken Zabit Katibesi gözyaşlarını tutamıyordu. O’nun da söyledikleri olduğu gibi zabıtlara yansımadı. Yine Mahkeme Başkanının tekrarına göre yazılmış oldu ama Keké Said’in Türkçesi ve kurduğu cümleler daha düzgün olduğundan Mahkeme Başkanının beyin alıcısı daha iyi kaydetti ve Said’in ifadeleri daha anlaşılır bir şekilde zabta geçti. Said Elçi de başkanın “tamam mi? “ sorusuna “ evet tamamdır “ dedi.Şemsi Arıdıcı’ da -mahkemelerin usulunu bilecek ki- savunma yaptı. Güzel bir girişle Kürtlerin ve Türklerin tarihi beraberliklerini dile getirdi. Şemsı Usta partili değildi ve onun iradesi özgürdü. Ayrıca aslen Tillo’lu olmakla beraber kendi deyimiyle 1968 den geriye doğru tam 36 seneden beri öz Diyarbakırlı sayılıyordu. Şehirliler daha düzgün konuşur. Ahmedé Xani, Melayé Ciziri ve Ahmed Arıf şehirli oldukları içindir ki kimse onların yerini hala dolduramamıştır.Ağır Ceza Mahkeme Heyetinin önüne çıkmadan önce savunmalarla ilgili teklifimi Kek Said’e ısrarla tekrarladığım doğrudur. Ancak birinci celsede ve mahkeme önünde çok rahat bir eda ile Kürtlerden, Kürdistan’dan, Kürtlerin siyasi, ekonomik ve kültürel haklarından açık bir şekilde söz ettikten sonra, Said Elçi başta olmak üzere, gerek arkadaşlarımdan ve gerekse ta Diyarbakır’dan zahmet edip gelen avukatların soğuk tavırlarından dolayı, bir daha hiç kimseden savunmamla ilgili yardım istemedim. Bana yardımcı olan Tatvan Şehidi, en az Haci Ahti ve Doktor Fuad kadar yürekli ve bilinçli olan Kardeşim Şevket Epözdemir Hocamdır. Ayrıca savunmamın müsveddelerini daktiloya geçirmeme yardım eden inançlı, bilinçli ve en az Hemzayé Miksî kadar vefalı, cefakeş rahmetli amucam Ali Epözdemir’dir.Avukat olarak o gün orada Tahsin Ekinci, Hamid Karakoç ve İhsan Biçici’yi hatirliyorum. Hamid Karakoç söz aldı ve “- Burada suçü kabullenenler var, bunun yanında bu suçla ilgilerinin olmadığını söyleyenler vardır. Bu durumda suçu kabullenmeyen arkadaşların tahliyelerini talep ediyorum.” dedi.Mahkeme zabıtlarından da anlaşılacağı gıbı arkadaşlarımızdan 6’sını tahliye ettiler. Parti ile ilgimiz yoktur diyen Derviş Akgül ve Şefik Issı arkadaşlarımızı tahliye etmediler. Bunun sebebi de o arkadaşlarımızın şahsi dosyalarındaki diğer ifadeleri idi. (Bak: Epözdemir 2005 s.78 ve 114 )Ben ve Ömer Turhan 27.01.1968 günü Diyarbakır Sorgu Hakimliğinde TKDP’ye sahib çıkmıştık. Ben sorgu hakimine “- Muş Otelin de yakalanan evrakları, bir metal kutu içinde ve kitli olarak Şefik Issı’ya verdim, Şefik Issı’nın bu evraklardan haberi yoktu “ demiştim. (bakınız : Epözdemir 2005-S-124). Aynı günde ve saatlarda Diyarbakır Baro Başkanı Şeyh Edip Altınakarla kitapta naklettiğim konuşmaları da gerçekten yapmıştım. 30 yaşındaydım. 4 çocuk babasıydım. Çocuklarımı ve tüm ailemi seviyordum. PTT Memuruydum. Maceracı değildim. Ama Kürdistan Davasına her şeyden çok inanıyor ve ülkemi her şeyden çok seviyordum. Bu ülke sevilmeseydi, onca kahraman onun yoluna canlarını verirler miydi?2005’te neşredilen Savunmam adlı kitabimin (sayfa 123/24/25 te) ‘OPERASYON’ başlıklı bir hatıramı kaydettim. Çoğu insanların hoşuna gidemeyeceğini bile bile o doğruyu benden sonra ki gençlere örnek olsun diye kayda aldım. Ben Haydarı Kampı'nı okumadan ‘okudum’ diyebilir miyim?. Ben inançlı bir insanım, Hazreti İbrahim Peygambere iftira edebilir miyim?. Yanı” Hazreti İbrahim’in iradesini seçtim‘ diyorsam, seçmişimdir ve o gece Diyarbakır MİT Başkanlığında beni sorgulayan zevata ‘Kürtler bir milletir ‘ demiş ve bu realitenin savunmasını uzun uzadıya yapmışımdır.İnsanlar 40 yıl sonra da olsa bazı doğrularını açıklayamazlar mı? Benim hatıralarımın neresinde abartı var? Ankara’dan geldiğini söyledikleri MİT’in takriben 45 yaşlarındaki yetkilisi, en sonunda “- Brawo arkadaş! Bende heyecan var ama sen de hiç heyecan yoktur.“ dedi. İşte o soğukkanlılığım Hz. İbrahim’in iradesi veya Haydari Kampında günlerce en ağır işkenceye dayanan Yunanlı partizanlarının bana öğrettikleriydi.70 yaşına gelmiş bulunuyorum. 50 yıllık siyasi, ticari ve sosyal hayatım ortadadır..Ben ne maddi ve ne de manevi hiç kimseden, hiçbir şey istemedim. Beni seven, sayan dostlarım vardır. Bana destek olan dostlarım da. Ama ben Kürtlüğümü hiçbir zaman mala ve makama çevirmek istemedim, istemeyeceğim. Bunun için vicdanım rahattır.Diyarbakır Avukatlarından Behçet Nergiz, siyasetle ilgilenmeyen Kürt meselesinden uzak biriydi. Bir gün Behcet Nergiz Diyarbakır Cezaevinde bizi ziyarete geldi. Henüz yeni tevkif edilmiştik. Misafirlerimizin çokluğundan olacak, Behçet Beylen ben ilgilendim.Behçet Nergis bana tutuklamamıza neden olan örgütün, yani TKDP’ inin kuruluşunun gerekli olup olmadığını sormuştu. Bende örgütlerin ve örgütlenmenin gerekliliği üzerinde ona uzun bir nutuk çekmiştim. Ben, “ Toplumsal uyanışlar ve toplumsal hareketler, coşan büyük seller gibiler, tarihin belirli dönemlerinde evrimleşen bu hareketler ortaya çıkınca, eğer güçlü örgütler bu hareketler karşısında bir set oluşturmazlarsa ve bu sellerin akışına bir yön vermezlerse büyük felaketler ve tahribatlar meydana gelir” Dediğim de siyasetle hiç ilgilenmeyen Behçet Nergiz’in bana hayretle bakışını hiç unutamam. Sanki içinden bana “- Şu çocuğa (30 yaşındaydım) bak, kendisinden büyük laflar ediyor. Tarihin evrim şelalesinden bahsediyor.” der gibi beni iyice süzdü ve çıktı gitti.Peki ben bunları nereden biliyordum? Bu büyük lafları Süriyeden gelen siyaset ve örgütlerin tanzim ve yönlendirme uzmanı ( Kâdir ) Reşidé Hemo’dan öğrenmiştim. O, bu doğruyu çok daha teferuatlı açıyordu. Yukarda “ kendi dilleriyle ve çevre kültürleriyle okumayanların kültür seviyeleri yükselmez “ deyimini kafamdan çıkarmamıştım. Mahkemeye çıkmadan bir hafta önce Stalin’nin “Marksizm ve Milli Mesele”sini okumuştum. Bunun için Mahkeme heyetine “bu iddiam bilimseldir.” diyebilmiş ve demiştim..Stalin’i hiç sevmedim ama onun bu tespiti doğrudur. Keşke Kürt aydınları son 40 yılda sadece Stalin’in bu tavsiyesi için çaba göstermiş olsalardı. En azından şimdi bu makaleyi Türkçe yazacağıma, Kürtçe yazmış olacaktım.Peki TC o günden bu yana 40 yıldır Kürtlere kendi dil ve gelenekleriyle eğitim hakkı tanımadı da ne oldu? Bu 40 yılda ne kazandı, ne kaybetti ? Kürtler ulusal ve demokrat bir örgüt içinde toplanıp Kürtlerin hızlı uyanışını iyi kanallarla düze çıkarma fırsatını yakalamadılar da ne oldu? Olanlar önümüzde duruyor. Olanlar o günlerde düşündüğümüzden de daha kötü sonuçlar doğurdu. Büyük tahribatların farkında olmamak için kör ve sağır olmamız gerekir.Kürtler, başka bir dil ve dejenere bir kültürle okuyarak sadece asimile oldular ve sadece benliklerinden uzaklaştılar.. Okumayı bırakıp devrimcilik yapanlar ise sonunda yoruldular. Onların devrimleri Kenan Evrenin darbesiyle tuzla buz oldu ve bütün Kurdistanı zindana çevirdi. Sonuçta devrimcilerimiz de aydınlarımız da yüzde doksan dokuzu asimile oldular, evlerinde konuşulan ana dilleri Türkçeleşti. Kürtçe bilmeyen gelinler ve Kürtçe bilmeyen torunlarla birlikte onlarda asimile olmaya başladılar. Ayrıca yurtsever gençlerin binlercesi, belki de onbinlercesi, hem ailelerinden oldular, hem de bir aileye kavuşmadan yaşlandılar. Böylece,1975/80’ler de, hızlı devrimcilerimiz büyük bir evrim mücadelesini verdiler. Kürdistan evrimleşti. Göklerdeki bulutlar gürledi ve birden bire seller ve tufanlar kalktı. Sellerin önünde ne kanal vardı, ne baraj. Peki ey teoriden çok iyi anlayanlar! Allah aşkına bizi nereye götürdü bu seller, bu fırtınalar? Biz şimdi nerdeyiz ? Her halde Nuh’un gemisindeyiz.. Keşke Nuh’un Gemisinde olsaydık, hiç olmazsa sonumuz selamete kavuşur, Allahın seçkinlerinden olurduk.2008Şakir Epözdemirhesinker@ gmail.com Rizgari(akt)Devam edecek..
Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.