Ana içeriğe atla

“Kürd Açılımı” ile ilgili sayın Cemal Özçelik ile söyleşi

Türkiye’de  son dönemlerde  bir  çok  çevre  „Kürd açılımı“  üzerine  tartışıyor.   Türk  hükümetinin  bu konuda   bir  projesinden sözediliyor.     Öcalan    „yol haritasını“  hazırlıyor.   Biz  bu konuda    okuyucularımıza       Kürd  cephesinin     kısmende  olsa  eğilimini  sunmak amacıyla  bazı   soruları  hazırladık  ve    uluşabildiğimiz      Kürdistanlı  aydınlara  ve  Kürd  dostlarına   gönderiyoruz. Eğer  bu sorularımıza  yazılı olarak  cevap  verirseniz    seviniriz.  Saygılarımla,  Aso Zagrosi  Newroz.Com ve  Kürdistan   Forum  Editörü  Aso  Zagrosi: Son  aylarda  Türkiye’de    devletin  bir  kanatından  “Kürd açılımından”, “Kürd sorunun barışçıl çözümümden”   ve  “büyük bir  projeden”  söz ediliyor.    Kürdlerle  Türklerin   bu  topraklarda   buluşmasında bu yana yaklaşık olarak  bin geçti.  Bazıları  “bin yıl  kardeşçe bir arada   yaşama”  diyor buna.   Türk  ırkçıların  kendilerine sembol olarak  aldıkları   Alpaslan’ın  Kürd Yusuf tarafından  Malazgirt  savaşından bir yıl sonra   yani  1071  yılında   öldürülmesi dahi (Urfalı Matieu’dan) bu    buluşmanın  kanlı bir zeminde yürüdüğünü    gösteriyor.  Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri   Kürdlere karşı  hayatın tüm  alanlarında jenosidler uygulandı, milyonlarca  Kürd fiziki olarak  imha edildi  ve  Kürdlere  ait  ne varsa  inkar  edildi.   Şimdi   Kürdleri  muhatap  almaksızın  “bizim sizin için  iyi bir projemiz var”  diyorlar. Bu  söylem  ne kadar  inandırıcı  olabilir?  Aso Zagrosi:   Türk devletinin  Kürdlere  ve Kürdlerin   haklarına  ilişkin    son  dönemlerde    kopardığı  gürültünün   asıl  nedeni  sizce   ne olabilir?   Aso Zagrosi:   Bazılarına  göre     aslında  bu  Kuzey Kürdlerine  değil  çeşitli  uluslararası   güçlerin   baskısı  altında  Güney Kürdlerine ,   petrol ve  doğal  gaz  gibi  zenginliklere  yapılan bir açılımdır  söylemine    dair    yaklaşımız  ne?     Aso  Zagrosi:    Son dönemlerde    yoğun  bir şekilde  Öcalan’ın  15  Ağustos’da   sunacağı  “Yol  haritası”ndan söz ediliyor.   Öcalan  yakalandığından beri   Kürdlere  sayısız    “yol haritaları”  sundu.   Kürdlerin  ulusal  taleplerini   “Bağımsız ,Birleşik   Kürdistan”dan   “kültürel  haklar”  derekesine indirdi.  Hatta   “Anayasa’da  Kürdlerden  sözedilmesi dahi gerekmiyor”  diyor/diyorlar.  İmrali’den  Kürdlere  yol haritası   olabilirmi?   Aso  Zagrosi:  Kuzey  Kürdistan’da    tüm  Kürd siyasal  yapıları   yıllar boyunca    “Bağımsız, Birleşik ve  hatta  sosyalist Kürdistanı”  savundular.  Şimdi  hiç  kimseden  bir ses  yok.         Herkesin    Kürdleri  yeniden devlete   entegre    çalışmaları içine  girdiği  bu ortamda    neden  Kürdistan’ın    bağımsızlığını, özgürlüğünü  ve hatta  Türklerle  eşit  haklar temelinde  birliği   savunan   örgütler, kurumlar ve bireyler  bir  Kürd  Konferansını  toplamiyorlar?    Aso  Zagrosi:    Yüzyıllardan    beri  Kürdlerin bir  özgürlük ve bağımsızlık savaşı var.  Bu kadar   savaş ve  kandan sonra   Kürdlerin  millet  olarak   üzerinde  anlaştıkları  bir  ulusal  projeleri varmı?  Eğer  böyle   bir  projeleri yoksa  ne yapabilirler?  Sizin bu konuda  bir öneriniz  varmı?Aso Zagrosi:    Sizin   bu  konuya  ilişkin    özel  olarak söylemek  istediğiniz   bir şeyiniz  varmı? Aso Zagrosi:    Bize  zamanınızı ayırdığınız  için teşekkür  ediyoruz.       Sevgili dostlar, sorduğunuz soruların yanıtına geçmeden önce, sitenizin tüm değerli çalışanlarına ve yazarlarına içten selamlarımı sunarım.   Ele aldığınız konular gerçekten de çok kapsamlı. Neredeyse tüm tarihsel sürecin irdelenmesini gerektiriyor. Ancak okuyucularınızı gereksiz açıklamalarla sıkmamak için elimden geldiğince çok kısa ve öz yanıtlar vermeye çalışacağım.   İçinde olumluluklar taşısa da bu sistemi reorganize etme projesidir   1-      Ortada bir projenin olduğu doğru; ancak bu bir çözüm projesi midir, yoksa mevcut egemenlik sisteminin reorganize edilip tahkim edilmesini mi içeriyor, ona bakmak gerek. Her ne kadar kapalı kapılar ardında bir şeyler hazırlanıyormuş gibi bir imaj yaratılmaya çalışılsa da, aslında bu proje yeni değildir.    Türk devleti, son 20 yılda dünyada ve bölgemizde ortaya çıkan gelişmeler ışığında kapsamlı değişiklikleri öngören konseptler oluşturmaya başladı.  İlk önce cumhuriyetin kuruluşundan beri mevcut olan askeri konsept değiştirildi ve ordunun hem coğrafik konumlanması, hem de stratejik hedeflerinde ciddi değişikliklere gidildi.    Başlangıçtaki ordu-savaş konsepti; bir iç ve iki dış düşmana karşı aynı anda savaşabilme yeteneğine göre düzenlenmişti. Dış tehdit olarak bilindiği gibi ‘’Komünizm-Sovyet tehdidi’’(Ki buna Sovyet müttefiki olan Bulgaristan’da dahildi) ve ‘’Yunan tehdidi’’ olarak formüle edilmişti. İç düşman ise, Kürt halkıydı. İç ‘’Komünist tehlike’’ ile dinsel akımlara karşı mücadele işi ise, daha çok polis gücüne havale edilmişti.   Sovyet-Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra ise, askeri konsept aynı anda bir iç ve bir dış düşmana karşı savaşmayı öngörmektedir. 2005 yılında tam şeklini bulan bu yeni konsepte göre, iç düşman Kürtler(Ki sadece Kuzey Kürtlerini değil, tüm parçalardaki Kürtleri hedef almakta bu strateji), (olası)dış düşman olarak da bana göre İran olarak tespit edilmiş ve ordu hem Kürtleri hem de İran’ı kollayacak şekilde ağırlıklı olarak Kürdistan’a yerleştirilmiştir.(Bu güç ihtiyaç dahilinde Kafkasya’ya da müdahale edebilecek esneklikte konumlanmıştır). Teröre karşı mücadele adı altında Kürdistan’daki askeri yoğunlaşma alabildiğine arttırılmıştır.   Ancak türk devleti gerek uluslararası ve kerekse kendi iç tecrübelerden sadece arkeri metodlarla sonuca varamayacağını bildiği için, tüm bu yoğun askeri tedbirlerin yanında diğer tedbirlerin de paralel bir şekilde hayata geçirilmesi gerektiği sonucuna ulaştı. Daha önceleri de devleti temsil eden değişik kesimlerden askeri ve siyasi tedbirletin birlikte sürdürülmesi gerektiğine dair yaklaşımlar ortaya çıktıysa da, 90’lı yıllarda pek rağbet görmedi. Daha çok ‘’Önce ez, sonra kimi kırıntı haklar ver’’ anlayışı egemendi. Günümüzde ise, ezme siyaseti ile kırıntı haklar verme uygulamaları paralel yürütülmeye çalışılıyor.    Bu yeni yaklaşıma uygun olarak yeni siyasi ve kültürel konsepler oluşturuldu. DTP’nin kapatılmaması, meclis ve belediyelere kısmen de olsa yolun açık tutulması ve TRT-6’in açılması bu konseptlerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır bana göre. Tabii ki meclise giriş ve belediyelerin kazanılmasında esas belirleyici rolü oynayan faktör, Kürt halkının bilinçli, örgütlü çabası ve direnişidir. Ama devlet de bu süreci fazlaca sabote etme girişiminde bulunmadı(Kimi yerel müdahaleler hariç).  Bu anlamda bakıldığında, ortada bir projenin olduğu doğrudur. Askeri imha ve siyasal-kültürel bağımlılaştırma projeleridir bunlar. Biraz da Kürtlerin artık inkar edilemeyecek kimi haklarının tanınıp tepkilerinin törpülenmesi çabasıdır bu.  Yeni süreçte, askeri imha hareketlerini artık eskisi gibi büyük gürültüler kopartarak değil de, görece daha sessizce yürütme eğilimi baskın. Örneğin kesintisiz bir şekilde operasyonlara devam edildiği halde, bunların çok küçük bir kısmı basına yansıtılmaktadır. En son MGK toplantısı sonuç bildirisinde ‘’Teröre karşı kararlı mücadele’’ prensibine yer verilmemesi, Türk basınından bir çok yazarın da dikkatini çekmiş durumda. Maksat, Kürtleri ürkütmemek ve onları devletin entegrasyon projelerine daha kolay angaje etmektir. (Tabii sonradan muhalefet tarafından yükseltilen eleştiriler dikkate alınarak ordu tarafından bir balans ayarı yapıldı ve ‘’Son terörist ölene kadar mücadeleye devam edileceği’’ mesajı verildi).Bu yapılan ‘’Açılım’’ın kimi uluslararası konseptlerin bir parçası olduğunu da unutmamak gerek. Son dönemlerde PKK’nin bir şekilde, ama iknayla, ama zorla silahsızlandırılması projeleri üzerinde durulmaktadır. Plana göre önce Güney Kürdistan’da geniş çaplı bir Kürt konferansının düzenlenmesi sağlanacaktı. Bunun ikinci aşamasında konferanstan PKK’nin silah bırakması çağrısı çıkacak ve Irak devlet başkanı sıfatıyla Celal Talabani de aynı yönde çağrıyı yineleyecekti. Ayrıca PKK’nin bu çağrıya olumlu yanıt vermesini sağlamak için de Türk devleti askeri operasyonlarını eskisine nazaran daha bir yoğunlaştıracaktı.    Ancak plan düşünüldüğü gibi hayata geçirilemedi. Çünkü Öcalan’ın iknası da gerekiyordu ve bu sağlanamadı. KCK da silahları kayıtsız şartsız bırakıp ülkeyi terketmeye niyetli olmadığını açıkça deklare etti. Böylesi bir durumda planın başarıya ulaşması söz konusu olamazdı.   Şimdi acaba bu plan daha başka metodlarla mı hayata geçirilmeye çalışılıyor diye bir soru geliyor insanın aklına. Askeri ve siyasi konseptler çerçevesinde PKK’nin silahsızlandırılmasına odaklanılmış gibi bir durum söz konusu. Yani gelişmelerin odağında Kürt meselesini çözmekten ziyade, silahsızlandırma var. Silahsızlanma/silahsızlandırılma Kürt meselesinin çözümüne hizmet edeceğine, tersine yüzelsel bir Kürt ‘’Çözümü’’nün bir silahsızlandırma aracı olarak kullanılmak istendiğini görmekteyiz.   Bugün gizli askeri planlar büyük bir hızla hayata geçirilirken, siyasi-kültürel ‘’Açılım’’ların çok yavaş yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Devletin, açılım projesinde yer alan kırıntı hakları da mümkün olan en geniş zamana yayma eğilimi vardır. Önce aylarca tartışacaklar, daha sonra ‘’yol haritası’’nı deklare edecekler, ondan sonra da, bu yolun birlikte aşılması için Kürtlerin yardımına başvuracaklar. ‘’Beraber çıktık bu yola, beraber devam edelim’’ şarkısını dillendirecekler.    Mevcut hükümetin mecliste yasaları değiştirerek uygulamaya geçme gibi bir niyetinin olmadığı zaten ortada. Basına yansıdığı kadarıyla, öncelikle yasal düzenleme gerektirmeyen, yönetmelik ve tüzük benzeri değişiklerle ‘’Açılıma’’ başlayacaklar. Örneğin yaka paça yakalayıp tutukladıkları Kürt çocuklarının çocuk mahkemelerinde yargılanmasını sağlayacaklar. Yani zaten yapılması gereken en doğal bir şeyi yapıp bunu bir açılım olarak kamuoyuna lanse edeceklerdir. Ayrıca kimi yer isimlerini aslına uygun olark değiştireceklermiş. Bu da eşyanın tabiatına uygun bir şeyin açılım olarak gösterilmesi olacak. Bunların arasında kimi sosyal, ekonomik, kültürel açılımlardan da bahsediliyor, bunların da neler olduğunu hep birlikte göreceğiz.   ‘’Yol haritası’’ açıklandıktan sonra, önce yukarıda sıraladığımız düzenlemeler yapılacak, ardından da zaten yeni bir seçim süreci başlayacak ve AKP Kürtlere; ‘’Bakın sizin için yol haritaları yaptık, bunu hayata geçirmemiz için tekrar iktidar olmamız gerek, oylarınızı bize verin’’ deyip yeni bir siyasi manevra yapacak ve Kürtleri DTP’den uzaklaştırmaya çalışacak.   Kültürel açılım mı kültürel tahrip mi?   2-      Bunca gürültünün asıl sebebi, atılan-atılacak olan adımların büyüklüğü konusunda bir yanılsama yaratmaktır. Ancak herşeyin devlet güdümü ve kontrolünde yürümediği hususuna da değinmekte yarar vardır. Hatta tartışmalar öyle bir boyuta vardı ki, insanların heybelerinde yıllardır gizledikleri kimi fikirleri daha açık ve net bir şekilde ortaya koymalarına da vesile hazırladı. Düşünün artık ‘’Referandum’’ meselesi bile tartışma gündemine sokulmuştur.    Devlet ve hükümet dar çaplı bir açılım yapalım derken, bu açılımın kapsamını kat be kat aşan tartışmaların oluşmasına yol açtılar. Bu tartışmalar o kadar geniş bir yelpazeye yayıldı ki, bundan etkilenmeyen neredeyse kimse kalmadı. Tabii ki olumsuz temelde pozisyon takınanlar da var, ancak bir bütün olarak bakıldığında tartışmaların düzeyinin yüksek olduğu söylenebilir. Bu da beraberinde kimi olumluluklar getirmektedir elbette.    Mesela Türk gazetelerinin okuyucu mektupları kısmına bakıldığında bir çok kişinin devlet-hükümet yetkililerine seslenerek;’’Madem ki Kürtler vardı, neden şimdiye kadar bizi kandırdınız, neden bu kadar çok kan döküldü’’ vb. sitem dolu yazılar yazdıkları görülecektir. Yani zaten iflas etmiş olan devletin ideolojik paradigması daha bir yıkıntıya uğradı.    Ama bu kopartılan patırtı, gürültü altında devlet de boş durmuyor; kimi projelerini uygulamaya koymaya devam ediyor. Bu uygulamalar, devlet siyasetinde köklü bir değişiklik beklenilmemesini göstermektedir bizlere.   Ne tür uygulamalardır bunlar? Örneğin yukarıda da dile getirdiğimiz gibi askeri operasyonlar devam etmektedir; yasak-insansız alanlar genişletiliyor; Kürt siyasi ve demokratik mücadele aktörleri hala fikirlerinden ötürü yargılanıp cezalandırılmaya devam ediliyor; Ilısu Barajı yetmiyormuş gibi, şimde de Munzur çayı üzerinde 8 tane baraj yapma faaliyetleri başlatılmış; ki bunların ekonomik kazançtan ziyade, bölge insanının göçertilerek sosyal yapının tahribi, silahlı grupların buralarda barınmalarının engellenmesinin amaçlandığı açıktır. Ayrıca bu tur uygulamaların büyük ekolojik tahribatlara yol açacakları bilindiği halde umursamaz bir biçimde gereken neyse yapıldığına bakıldığında, insanın aklına; ‘’Kültürel açılım dedikleri bu mu?’’ gibisinden sorular gelmektedir.   Güney Kürdistan oyuna alet olmamalı   3-      Türk devletinin Kuzey Kürdistan’da sürdürdüğü politika ve uygulamaların ülkemizin Güney parçasıyla da çok yakından bir bağlantısı vardır tabii ki. Dönem dönem Güneydeki gelişmelere uygun olarak siyaset sertleştirilirken, dönem dönem de yumuşatılmaktadır. 2003 ila 2008 yılları arasında Türkiye ile Güney arasındaki ilişkiler alabildiğine gergindi. Türkiye, Kerkük meselesi ile oradaki PKK güçlerinin varlığını bahane ederek sürekli tehditvari ve provokatif tarzda bir yönelimi esas alıyordu.    Bilindiği gibi 2008 kışında nihayetinde ABD’nin de onayı alınarak Güney’e operayon düzenlendi. İstediği sonucu alamayan Türk ordu güçleri büyük bir prestij kaybına uğradı.Bu süreçten itibaren gerek Türkiye’de, gerekse de Güneyde, Kuzeydeki Kürt meselesinin siyasal yoldan çözülmesi gerektiği yönündeki sesler daha da yükseldi.  Türk devlet yetkilileri de Güneye yönelik tehdit ve şantaj politikasına son verip, uzlaşma ve ortak çıkarlar temelinde ortak projeleri geliştirme siyasetine ağırlık vermeye başladı. En azından böylesi bir görünümün verildiği yeni bir süreci başlattı.    Burada akla şu sorular geliyor: Daha düne kadar kanlı bıçaklı olan Türkiye ile Güney Kürdistan yönetimi ne oldu da uzlaştılar? Kerkük meselesi olsun, PKK meselesi olsun, bu konularda aralarında ne tür konsensuslar oluştu da geçmişe bir çizgi çektiler? Yada bu uzlaşma göreceli ve yanıltıcı mı? ABD çekildikten sonra eski çelişkiler tekrar alevlenebilirler mi?    Tüm bunlar ucu açık sorular Türkiye’nin Güneyle olan ilişkilerinde Amerika’nın Irak’taki konumunun da önemli bir rol oynadığını belirtmekte yarar var. Önümüzdeki yıllarda Irak’tan kısmen veya tamamen çekilmeyi öngören ABD, arkasında istikrarlı bir Irak bırakmak istiyor. Buna Güney Kürdistan da dahildir. En önemlisi de Petrol ve doğal gaz güzergahlarının güvenliği öne çıkmaktadır. Petrol kaynaklarını eline geçirmek için bunca savaş yürüten ABD’nin bu kaynakların Batı piyasasına aktarımını güvenceye alma yönünde tedbirsiz davranacağı düşünülemez. Bunun için de Kuzeydeki Kürt meselesinin belli boyutlarıyla da olsa çözüme kavuşturulması ve çatışmasız bir ortamın yaratılması gerekmektedir. . Ama Güneye ilişkin bu açılımın diğer bir yönü daha vardır; PKK’yi silah bırakmaya zorlamak ve bu konuda Güneyli güçleri de kendi yedeğine çekmek. Son yıllarda Türkiye’nin Kürtleri çatıştırma siyasetine karşı iyi manevralarla yanıt veren Güney Kürdistan’lı güçleri köşeye sıkıştırmak ve onları PKK ile karşı karşıya getirme niyeti de var bu yeni açılımın ardında. Çünkü gerek Mesut Barzani ve gerekse de Celal Talabani, Kürt sorununun siyasal bir sorun olduğunu ve buna siyasi bir çözümün bulunması gerektiğini vurgulayarak; Güneydeki PKK kamplarına yönelik saldırıya geçme taleplerini sürekli geri çevirmişlerdi. ‘’Türkiye önce meseleye siyasi bir çözüm bulsun, bir genel af çıkartsın buna rağmen PKK silahı bırakıp topraklarımızı terketmezse, o zaman gerekeni biz yapar, onu topraklarımızdan atarız’’ biçiminde sözler sarfetmişlerdi.   Türkiye adeta bu göstermelik çözüm manevrasıyla Güneyli güçlerin hareket alanını daraltmak ve gerekçelerini dayanaksız hale getirmek istiyor.  Kimi yüzeysel adımlar atarak ve pişmanlık yasasına başma bir boyut katarak; işte çözüm için gerekli ilk aşama adımlarını attım, hadi siz de PKK’yi topraklarınızdan atın, diye baskı kurmaya çalışacaktır.   Bu durumun farkında olan Güney Kürdistan yönetiminin temsilcileri ile Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Celal Talabani artık silahlı mücadele döneminin kapandığı, mücadelenin siyasal yollardan yürütülmesi ve PKK’nin silah bırakması gerektiği tezini işlemektedirler. Her nedadar Türkiye’de çözüm konusunda patırtılı bir tartışma süreci sürdürülse bile, henüz çözüme ilişkin devletin ortaya attığı ciddi bir yol haritası yokken Güneyli kesimlerin sanki gerçek anlamda bir siyasal demokratik mücadele zemini varmış gibi böylesi aceleci taleplerde bulunmaları biraz tuhaf geliyor bana.  Onların içinde bulundukları sıkışık durumu anlıyorum, ama işte tam da bu sebepten ötürü yanlışlığa sapma olasılıkları sözkonusu olabilir. PKK’nin silah bırakmayı red etmesi durumunda bunun Güneyin PKK’ye yaklaşımına ve Güney-Türkiye ilişkilerine nasıl yansıyacağı, belirsizliğini koruyor. Unutmamak gerekir ki yukarıda da belirtildiği gibi şu an açıkça sürdürülen ‘’Siyasi açılım’’ın bir de gizlice sürdürülen ‘’Askeri açılım’’ ayağı da vardır. Bu da Türkiye-ABD-Irak üçlüsünün koordinesiyle sürdürülmektedir. Güneyin de bu senaryoya dahil edilmek isteneceği kesindir. Umut edelim ki Güney, ‘’Denize düşen, yılana sarılır’’ misali Türkiye’den medet ummaz, ve Kuzeye karşı yanlış tutumlar geliştirmek durumunda kalmaz.   Öcalan’a tek yönlü yaklaşılmamalı   4- Takip ettiğim kadarıyla, Öcalan’ın pratik ihtiyaçlara göre düşünce ve proje üreten bir siyasetçi olduğunu görüyorum. Buna stratejiler de dahildir. Yıllarca ‘’Bağımsız-Birleşik Kürdistan’’ talebini sürdürmesi de aslında ihtiyaca cevap veren bir belgi olmasındandı. Belki işin ta başından beri böylesi bir hedefe ulaşamayacağını düşünüyordu, ancak 70’li yıllarda bu belgi onun için, kendisi ile diğer yapılanmalar arasındaki ayırımı net bir şekilde ortaya koymak ve yığınları etkilemenin; onları mücadeleye sürüklemenin önemli bir aracı ve kaldıraç gücüydü. Büyük idealler peşinden koşmanın kendisini daha bir büyütüp kitleler tarafından yüceltilmesini sağladığını gördükçe, ideallerinin kapsamını gittikçe daha bir büyüttü. Sadece Kürdistan’ın kurtuluşunu değil, Ortadoğu halklarının kurtuluşunu da hedeflediğini savunan yeni bir çizgi geliştirmeye başladı. O da yetmedi, bu sefer kendisini ‘’İnsanlık hareketinin öncüsü’’ olarak görmeye başladı.    Bazı Türk gazeteciler Öcalan’ın neden muhatap alınamayacağını belirtirken, gerekçe olarak onun uçmayı seven biri olmasını göstermektedirler. Bu tespit bir dereceye kadar doğrudur. Ancak bir o kadar da yanlıştır. Yanlıştır, çünkü Öcalan uçmayı bildiği gibi ayaklarını sımsıkı yere basmasını da bilir. Hatta yere basmak bir yana, ihtiyaç duyduğunda paçalarına kadar batmayı da becerebildiğini gösterdi bizlere!   Bu anlamda Öcalan’ı değerlendirirken, onun sadece söylemlerine bakmamak gerek diye düşünüyorum. Her an renkten renge, şekilden şekile bürünebilir. Bu belki de dünya siyaset tarihinde eşine çok az kişide rastlanılan bir özellik. Ve belki de bu özelliği sayesinde ayakta kalmayı ve en kötü şartları bile kendi lehine çevirmeyi başarabildi.    Yakalandığı ilk dönemde yeni bir sürecin başladığını anladı. Eski söylemlerin işe yaramayacağını, süreci etkileme hususunda yeni şeyler söylemesi gerektiğini hemen kavradı. Bu işin altında büyük uluslararası güçler vardı. Kendi öz gücünün farkındaydı, ancak zayıf yönlerini de biliyordu. Dahası, yakalanmasıyla birlikte hareketinin büyük bir yara alacağını, bunu sarmak için zamana ihtiyacının olacağını gördü. Buna devletin kendisini kullanma isteği de eklenince, mesele daha bir çetrefil hal aldı. Her iki gerekçeye de uyacak şekilde yeni stratejiler belirledi ve devlet kurma talebinden vazgeçtiğini ilan etti. Hedeflerin torpüllenmesi kısa zamanda bir geri çekilme ve yenilgi havası yaratacağı için olumsuz sonuçlar doğuracaktı; ancak uzun vadede kendisini kurtarıp hareketini toparlama ve yığınlara dayalı yeni bir süreç başlatabilmesi için de kendisine zaman kazanma ve manevra yapma imkanını sağlayacaktı.    Öcalan’ın yakalanma ve Türkiye’ye teslim edilmesi sürecinin Kürt aydın ve siyasi çevreleri tarafından yeterince irdelenip bilince çıkartılmadığı düşüncesindeyim. Olay daha çok -hatta sadece- ‘’Derin ilişkiler’’ boyutunda ele alındı. İlerleyen süreçte ise, onun polis ve mahkemede veridiği ifadeler ışığında ‘’İtirafçılık’’ boyutuyla işlendi. Mahkeme süreci ise ‘’Teslimiyet’’ ve ‘’Davadan vazgeçme’’ olarak ele alındı. Meselelerin bu şekilde işlenmesinde tabii ki kendi yaklaşımlarının da rolü vardır. Ama Öcalan’ın teslim edilmesi sıradan adli bir vakka değildi. Büyük Ortadoğu Projesinin önemli bir ayağı olarak tasarlanmıştı.    Türk devlet yetkilileri Öcalan’ın Amerikalılar tarafından teslimini çok karikatürüze ederek, bir macera romanı tarzında kamuoyuna lanse etti. Bana göre mesele çok önceden planlanmıştı. 1998’de Clinton’un Suriye ziyareti akabinde oluşturulan ‘’Waşington Anlaşması’’ bu sürecin önemli ayaklarıdır. Tüm bunlar Türküye devletiyle koordineli bir şekilde hayata geçirildi. Sorun Öcalan’ı ve PKK’i aşan bir sorun. Eğer bu süreç doğru okunmazsa, büyük güçlerin Türkiye ve Kuyez Kürdistan’ın statüsüne ilişkin ne tür niyetlet taşıdıkları, ne türden uzun vadeli planlara sahip oldukları dikkate alınmazsa, 1. Dünya Savaşı döneminde olduğu gibi, Kürtler süreci başarıyla atlatıp haklarını elde edemeyeceklerdir..   Yakalandığı süreçten beri Öcalan değişik değişik yol haritaları sundu. Hem devlete, hem de Kürtlere yerine göre farklı farklı mesajlar verdi. Devlete mesaj verirken geri adım atmış, kemalizmi kabul etmiş biri rolüne bürünürken, Kürtlere ve kendi hareketine seslenirken ise, onları sürekli ayakta tutmaya çalışan, kendilerini örgütlenmeleri ve mücadele etmeleri konusunda teşvik eden tam bir lider konumuna büründü. Ve bu iki rolü de bir birleriyle uyumlu bir şekilde bugüne kadar getirdi. Aslında objektif olarak ele alınacaksa, Öcalan bu süreci ne tam bir kahraman, ne de bir teslimiyetçi olarak yürüttü. Orta yolu seçti. Orta yol en güvenli yoldu onun için. Çünkü her iki tarafı da idare etmek için başka bir çaresi yoktu. Kahramanlık da, teslimiyet de onu yok oluşa götürebilirdi.    Ancak şimdi aradan on yılı aşkın bir zaman geçti. Öcalan’ın eli eskisine nazaran daha güçlü. Güçlendikçe de devletle olan bağı zayıflamaya, hareket sözcüsü olma yönü daha bir ağır basmaya başlamaktadır. Şimdiye kadar orduyu karşısına almaktan büyük bir özenle kaçınan Öcalan, en son görüşmesinde Orduya da alabildiğine yüklenmekte ve ‘’kendini çok güçlü sanma’’ diyerek, adeta aba altında sopa göstermektedir. Öcalan’ın tutumunu ve geliştirdiği yol haritalarını genel ve soyut kriterlere göre değil, tersine ‘’Zamanın ruhu’’na göre yorumlamak gerek diye düşünüyorum. Bu da kendi içinde bir gelişmeyi ve ilerlemeyi taşımaktadır. İlk başta sanki devleti tümden red ediyormuş gibi bir çerçeve çizerken, bugün kısmi yerel iktidarlaşmayı önüne koyan ve adı konulmamış bir nevi erkleşme projesini geliştirmektedir. Kendi savunma güçleri de olacak olan bir erk/yönetim, devletten çok da farksız değildir ve tam bir devletleşmenin önünü açabilecek yapıdadır.   Öcalan’ın sunduğu ‘’Yol haritalarına’’ baktığımızda, her nekadar kemalist söylemlerle örtülmüşlerse de, aslında hepsinde de Kürtler için hak taleplerinin mevcut olduğunu görüyoruz. Kalıplardan, kurgulanmış uzun vadeli stratejik hedeflerin gözlüğünden meseleye bakmaktan kurtulduğumuzda, aslında hiç de yabana atılacak fikirler olmadığını görürüz. Gerek kısmen ‘’Demokratik Cumhuriyet’’ tezi olsun, gerekse de ‘’Demokratik Konfederalizm’’ ya da ‘’Demokratik Özerklik’’ olsun, bunlar Kürtlerin belli boyutlarda hak elde etmelerini sağlayacak projelerdir. Hatta özerklik talebinin günümüz süreci açısından oldukça iddialı bir talep olduğunu düşünüyorum.    Kürt halkı önemli oranda uyandı ve bu uyanış devam ediyor. Bu yüzden esas mesele sadece devletin Kürtlere neyi verip vermeyeceğine göre tayin edilemez. Önemli olan Kürtlerin kendi değerlerine ve haklarına sahip çıkmaları ve bunları yaşatmalarıdır.   Kanaatimce ‘’Demokratik Konfederalizm’’ ve ‘’Demokratik Özerklik’’ de Kürtlerin kendi öz yönetimlerini, yani başkalarının bunu bir hak, bir lütuf olarak vermelerini beklemeden, kendi iktidarını kendi elleriyle kurma projeleridir.    Yeni tarzda bir iktidar mücadelesi başlıyor demektir. Devlet; ‘’Size kanuni olarak verdiğimle yetinmek zorundasınız’’ diyecek, Kürtlerse; ‘’Kanunlarına ihtiyacımız yok, kendi yolumuzu kendimiz çizeceğiz, hayatımıza karışma’’ diyecek. Yani fiili bir durum yaratmaya çalışacaklar.    Fiili durum yeni düzlemde çatışmaları beraberinde getirecek. ‘’Sivil itiatsizlik’’ diyebileceğimiz Kürt duruşuna karşı Türk devleti polis üniforması giymiş jandarmayla müdahale edecek. Silahların susması beraberinde istikrar getirmeyecek, tersine bugün Filistinde bolca karşılaştığımız sivil-askeri polis kovalamacasını beraberinde getirecek. Belki de 15-20 yılı da böyle geçireceğiz. Ta ki yeni bir düzlemde yeni bir denge kurulana dek. Öcalan’ın bugünkü siyasetini salt entegrasyon çerçevesinde görmek yanlıştır. Kendi içinde bir ayrışmayı da barındırmaktadır. Bu henüz kopuşu sağlayan bir ayrışma değilse de, mevcut düzenlemeye nazaran oldukça ileri bir aşamayı ifade ediyor. Belki de daha ileriki süreçlerde gerçekleşebilecek bir kopuşa da zemin hazırlayabilir. İleriki günlerde deklare edileceği bildirilen yeni yol haritasında nelerin yer alacağını hep beraber göreceğiz, ama sanırım şimdikilerden çok farklı olmayacak.Belirgin yönünün ise, devletin tek/üniter olması ama tek ulusa dayanmaması prensibi olacak diye düşünüyorum.   Türk devleti Kürdün varlığını itiraf ediyor, ama onun toplumsal varlığını red ediyor. Böylelikle hiç bir sosyal yapı ve bilimde yeri olmayan yeni bir kavram geliştirilmek isteniyor: Toplumsal varlıksız kişiler! Sanki bu kişiler bir birlerinden ayrı ve izole yaşıyorlarmış ve dili de kendi kendileriyle konuşuyorlarmış gibi bir Kürt tanımlaması vardır. Bu yeni teori ‘’Kart kurt’’ teorisinden daha az kötü değildir.  Dolayısıyla Öcalan dahil, kim tarafından oluşturulursa oluşturulsun, her yol haritasının mutlaka Kürtlerin toplumsal-ulusal varlığını esas alması gerektiğini düşünüyorum. Projenin ‘’Kürdi’’ bir özellik taşıyıp taşımadığının esas kriteri bana göre budur.   Öcalan’ın hazırladığı söylenen yol haritasında en önemli, hatta neredeyse belirleyici faktör, silahların bırakılmasına ilişkin tutum ve kriterler olacaktır. Devlet PKK’nin kayıtsız şartsız bir şekilde silahları bırakıp Türk adaletine teslim olmasını talep ediyor. Gerçekleşmesi mümkün olmayan taleplerle ortaya çıkmak, aslında bir nevi ‘’Kriz/Çözümsüzlük politikasında’’ ısrardır. Bu, aynı zamanda savaşı gerçek anlamda barışçıl bir tarzda bitirmek istemeyişin de bir göstergesi olabilir. Demirel’in deyimiyle, demek ki ‘’Devlet bir siyaset olarak adam öldürmeye’’ devam etmek istiyor!    Kürt sorununun çözümünde belirleyici olan formülasyon ve kavramlar değil  5-      Bir Kürt konferensına acilen ihitiyaç olduğunu düşünüyorum. Böylesi bir konferansın açık ve yasal alanda mücadele sürdüren tüm Kürt kurumlarını bir araya getirme rolünü üstlenip, devletin yukarıda özetlemeye çalıştığım yeni askeri, siyasi ve kültür konseptlerine karşı bir ortak duruş sergilemelerini sağlayabileceğini daha önceki yıllarda da dile getirmiştim.    Ne var ki şu an değişik Kürt kesimleri arasında mevcut olan karşılıklı negatif anlayış ve agresif tutumlar bir kenara bırakılamadığı için böyle bir şey mümkün olamamaktadır.   Bana göre her kim Kürtlerin yararına bir talepte bulunursa, bu bizim için bir kardır, kazanımdır. Örneğin Yaşar Kemal ve Ahmet Altan gibi gerek Kürt olsun, gerekse de Türk olsun kimi yazarların ortaya attıkları görüşlere burun kıvırtıp onları ‘’Kemalist’’ veya Kürtlerin geleceğine ambargo koyan kişiler olarak lanse etmeye çalışanları gördükçe, işimizin ne kadar güç olduğunu daha bir anlamaktayım.   Bazıları, sanki Kürtlerin elinde bağımsız birleşik bir Kürdistan mevcutmuş, ya da pek yakında böylesi bir hedefe varacaklarmış da,  bu yazarlar Kürtlerin bu haklarını ellerinden alıyorlarmış gibi bir tepki gösteriyorlar. Aynı tepki tarzı Öcalan’a karşı da geliştirildi. Sanki Öcalan ‘’ayrı devlete gerek yok’’ dediği için Kürtlerin devlet kuramadıklarını sanıyorlar. Bana göre Öcalan burada siyaset yapıyor; zaten elde edemeyeceğini düşündüğü şeyi istemediğini vurgulayıp taviz verdiği imajını yaratmak istiyor ve devletin de buna karşılık vermesi gerektiği düşüncesini olgunlaştırmaya çalışıyor. Peki Öcalan bunu yapmayıp da tersini söyleseydi ne olurdu? Kürtler bugünkü imkanlarıyla, uluslararası her türlü destekten yoksun halleriyle Kuzey Kürdistan’da zorla bir devlet kurabilirler miydi? Yasal açılımlarla gerçekleştirilmeye çalışılan ‘’çözümde’’ de devletin hiç bir temel konuda tavize yanaşmadığı ortada değil mi? Bu durumda ben şahsen yakın zamanda ne zorla, ne de güzellikle devletleşme yönünde Kürtlerin fazlaca bir şanslarının olduğunu düşünmüyorum.    Ancak bu çaresiz olduğumuz, elimizden hiç bir şeyin gelmediği, devletinse herşeye kadir olduğu anlamına gelmez tabii kii. Kürt halkı, uluslararası güç odaklarına bel bağlamadan ve Türk devletinin kendilerine sunacağı lütuf tarzındaki hak kırıntılarına umutlarını yatırmadan, kendi öz örgütlülüğüne dayanarak kendi mevzilerini yaratmalıdır. Belediye ve genel seçimlerde başarı oranı arttıkça, dünya ve Türk kamuoyu üzerinde etkide bulunma gücü de artacaktır.    Meseleyi salt formülasyonlara bağlamamak gerek. Kürtler belli boyutlarda bir güç yaratmışlardır; bu gücün pekiştirilip artırılması lazım. Bu anlamda Kürt çevrelerinin bir birlerine köstek olmamaları önem arzetmektedir. Hedef ister özerklik, ister federasyon, isterse de bağımsızlık biçiminde formüle edilsin, hepsi de Kürtlerin yararınadır. Özerklik talebi federasyon talebinin önünde engel değildir. Aynı şekilde federasyon da bağımsızlığa engel değildir. Çok görüşlülük bir zaaf değildir; zaaf olan egemen güçlere karşı ortak bir duruş sergileyememektir.    Bu anlamda da görüşlerin daha bir netleşip kimi ortak duruşların tespiti için bir Kürt konferansı veya kongresine gerek vardır. Demokratik Toplum Kongresi olumlu bir adım olmakla beraber ihtiyaca cevap verecek yeterlilikte değildir. DTK, kendisini bir çatı örgütü yerine koymadan, bir nevi arabulucu, birleştirici rol oynayarak tüm ulusal demokratik güçleri bir araya getirmeye çalışmalıdır. Tevkurd de benzer bir eksikliğin içine girerek kendisini bir çatı örgütü olarak görmek istedi, ancak bu miyonu kaldırabilecek yapıda olmadığı için istenen sonuca varamadı.    Kürtler öncelikle kendi yol haritalarını oluşturmalı    6-      Kürtlerin halihazırda üzerinde anlaşabildikleri bir projeleri yoktur. Kimi görüş ayrılıkları, sanki ortak projelere engelmiş gibi algılanıyor. Bunun yanında bir de neredeyse belli başlı tüm Kürt kurumları kendilerini herkesi etrafında birleştirecek bir merkez, gölgesi altında toparlayacak bir çatı veya kanat olarak görmek istiyor. Bu, bizim ulusal realitemize denk düşmüyor. Kürtler de farklılıklarına rağman bir arada yaşamasını ve bir arada yaşarken de farklılıklarını yaşatmayı öğrenmelidirler.   Uzun vadeli projeler etrafında Tüm Kürtleri bir araya getirmek mümkün değildir. Projeler ne kadar daraltılırsa, kapsayıcılık ve birleştiricilikleri de o oranda artar. Bu yüzden temel stratejiler etrafında değil de, asgari noktalarda bir ulusal demokratik proje oluşturulabilir. Öyle gözüküyor ki, ulusal davada uzun vadeli hedeflere varış çok aşamalı bir sürece dayanacak. Her bir aşamadan sonra yeni projeler oluşacak ve müttefik güçler de ona göre yeniden belirlenecektir. Şimdiden ittifaklar en son aşama hedeflerine göre tespit edilirse, bu sadece ve sadece daralma ve üretken olmayan çalışmaları beraberinde getirir.    Bana göre oluşturulacak yakın vadeli bir projenin bir birine bağlı iki temel ayağı olmalı. Biri yasal alanda, öteki de açık-meşru alanda olacak. Yasal alanda bir seçim ittifakının oluşturulması ve açık alanda ise tüm demokratik Kürt kurumlarının ortak hareket ederek sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve benzeri alanlarda kendi öz dayanaklarını oluşturma çabaları esas alınmalıdır.   Yasal alandaki faaliyetlerin amacı bence şu temel noktaları içermelidir:   Kürt kimliği ve dilinin anayasal güvence altına alınması ve anadilde eğitimin teşvik edilmesi için devletin yasal mevzuatını değiştirmek ve Kürdistan’ın sosyal, siyasal kültürel ve iktisadi açıdan gelişmesi için gerekli yasal önlemlerin alınmasını sağlamak olmalıdır. Tabii, düşünce ve ulusal kimliğe dayalı örgütlenme özgürlüğü olmadan, yasal alanda yapılacak açılımların hiç bir anlam taşımayacağını da şimdiden belirtmekte yarar vardır.   Açık alandaki mücadele ise, Kürtlerin kendi öz güçleri ve örgütlülükleri ve yasal kazanımların da desteğiyle, kendi toprakları üzerinde fiili bir egemenlik durumu yaratmayı içirmelidir. Kürt halkı zaten binlerce yıldır son bir kaç yüzyıla dek kendi coğrafyasında doğal bir özgürlüğü yaşamıyorlar mıydı? Buna fiili özgürlük denebileceği gibi, doğal-otonom yaşam da denebilir.    Böylesi bir temel yaratıldıktan sonra, dünya ve Türkiye kamuoyunun da duruma hazırlanmasıyla uzun vadede gerçekleştirilecek bir referandumla meseleye kesin bir çözüm bulunabilir. Bu belirttiklerim mevcut verili durumu esas almaktadır. Ancak biliyoruz ki, toplumsal olaylar çok bilinmeyenli ve değişkenleri çok olan matematiksel denklemlere benzer. Dengelerin ne zaman nerede değişime uğrayacağını önceden kestirmek mümkün değildir. Bu yüzden her türlü seçeneğe önceden hazırlıklı olmak, tutulması gereken en doğru yoldur.   Tarihe travmatik tarzda yaklaşıma son verilmeli ve Kürt siyasal çevreler arasında bir konsensus oluşturulmalı 7-      Bana göre Kürtlerin kendi yol haritalarını tespit etmelerinde dikkat etmeleri gereken iki temel nokta vardır.   a) Tarihsel sürecin doğru değerlendirilerek ‘’Zamanın ruhu’’nun iyi okunması, b) Kürt çevrelerinin bir birlerine karşı besledikleri ön yargılardan kaçınmaları.   Bu iki noktayı biraz açmak istiyorum.  a)Bugünü anlamak için tarihi bilmek, irdelemek gerek. Ama geleceğe ilişkin toplumsal ve siyasal projeler oluşturabilmek için tarihe ilişkin bilgi ve bilinçle birlikte, günümüzün güncel dengelerini ve dünyanın büyük devletlerinin geleceğe ilişkin hazırladıkları projeleri de ele almak gerekir. Travmatik tarzda tarihe takılıp kalmak Kürtlerin önünü açmaz, tersine onları hep geriye çeker. Kürt aydınlarının tarihsel süreçleri hep bir kademe geriden takip ettiklerini söylersek pek yanılmış sayılmayız.    Bu anlamda dünya dengelerine ne tür projelerin uyacağı pek dikkate alınmadan, daha çok kendi gönlümüzde yatanı esas alma eğilimi bizlerde çok güçlü. Özellikle son dönemlerde Kürt aydınlarının hayalleriyle övünmeye başlamalarını pek hayra yormamak gerek! İnsanların hayal kurmaları, hatta hayalci olmalarına diyeceğimiz yok; ancak eğer bu bir ulusun kaderini etkileyecekse, daha bir özenli olmak gerek. Kürtçe’de bir atasözü (Gotinên pêşiyan)var: ‘’Kevirê mezin elametê neavîtinê ye“! Yani ‘’Büyük taş, (taşı) atmamanın alameti’’. Hayalinde düşmanlarının üzerine büyük kayalar devirmektense, gerçekte eline uygun bir taş parçası alıp kendini tehlikeye karşı savunmak daha doğru olmaz mı?   Ülkemizin bugünkü koşullarının gerek çok eski tarihsel devirlerde yaşananların ve gerekse de 1. Dünya Savaşı arifesinde hazırlanıp belli oranlarda hayata geçirilen anlaşma ve projelerin ürünü olduğu malum. Kürt aydınları tabii ki 1. D. Savaşı döneminde dünyadaki gelişmeleri yeterince takip edebilecek bir pozisyonda değillerdi. Bu yüzden gerekli doğru tutumu geliştiremediler. Bunu görebilen Şerif Paşa gibi şahsiyetler de fazlaca etkili olamadılar. Dönemin kısıtlı imkanları dikkate alındığında aydınlarımıza söyleyecek fazlaca sözümüz kalmıyor.   Şimdiki süreçte ise, bugünden geçmişe bakıp o süreçlerin irdelenip yorumlanması elbetteki gereklidir. Bu bize zengin deneyimler kazandırır. Ancak özenle kaçınılması gereken bir husus da var. Kimi aydınlarımızın sanki şuan o dönemlerde yaşıyormuşuz gibi bir havaya kapıldıklarını gözlemliyorum. Adeta geçmişe uzanıp, geçmişi değiştirerek bugünü yeniden kurmaya çalışıyorlar. Zamanda yolculuğu mümkün kılan bir aracın henüz üretilmemiş olması, maalesef bu yaklaşımı geçersiz kılmaktadır!  Dünya Savaşı öncesi ve akabinde tespit edilen projeler ve bunların sonucunda oluşturulan dengeler çoktan sona erdi. Dikkatleri daha çok geleceği yeniden örmeye çalışan yeni projeler üzerinde yoğunlaştırmak daha doğru olmaz mı? Oturup yıllarca Sycket-Pickot, Sevr, Lozan anlaşmalarını tartışsak da bu bize geleceğe dair fazlaca bir şey getirmez.    Bugün yeni gizli-açık anlaşma ve kamplaşmalar var. Örneğin Kürtler 1998 yılında Bil Clinton döneminde hazırlanan ve altında Güneyli iki Büyük partinin imzalarının da bulunduğu ‘’Waşington Antlaşması’’ üzerinde yeterince durup gereken araştırmayı yapmadılar. Son on yılda Kuzeyde yaşanan dalgalanma ve alt üst oluşlarda bu antlaşmanın bir şekilde rol oynamış olabileceğini düşünüyorum.   Bunun haricinde esas olarak dünyada oluşan yeni dengeler içinde Kürt halkının kendisine ne şekilde yer edinebileceği, hangi yol haritasının onu dengelerin dışında tutacağı, hangisinin denklemin vazgeçilmez bir parçası haline getireceği üzerinde kafa yormak gerekmez mi? Ağlayıp sızlayıp geçmişe kızmanın, travmalar içinde kıvranmanın bir anlamı var mı? Geçmişi tabii ki unutmayacağız. Herşeyin hesabı da bir gün sorulur. Koca bir halkın hayatını zehir etmenin tabii ki bir bedeli olmalı. Buna yol açan devletlerin kimler olduğunu halkımız tarihsel hafızasında bir kılıç gibi taşımaya devam edecek. Ama aslolan, bügün de aynı şeyleri yaşamamanın önlemlerini almaktır. Kürt halkı eskisi gibi iradesiz, siyasal temsilcilerdenden yoksun bir topluluk değildir. Küçümsenemeyecek oranda bilinçli, örgütlü bir halktır. Artık eskisi gibi basit ayak oyunlarıyla kündeye getirilemez. Bu noktada esas sorumluluk işte bu değişik değişik düşünce ve eğilimlere sahip olsalarda, şu veya bu oranda halkımızın örgütlülüğünü sağlayan siyasal ve sivil-toplumsal kurumlara düşmektedir.    b) Bu son söylediklerim, yukarıda dikkat edilmesi gerektiğine inandığım ikinci noktaya denk düşmektedir. Kürt siyasal çevrelerinin bir birlerine karşı sürdüregeldikleri katı tutumları, kısmen siyasal rekabetten kaynaklansa da, bana göre sorun bunu aşan boyuttadır. Rekabet anlaşılır bir şey. Ancak güvensizlik ve yılların beraberinde getirdiği önyargılar, çoğu kez anlamsız tartışma ve sürtüşmelere yol açabilmektedir. Tarihsel süreçte olduğu gibi güncel süreçte de aydınlarımız ve siyasal aktörlerimiz geçmişten, geçmişin ağır yükünden bir türlü kurtulamamaktadırlar.    Gelişmeler diyalektiksel gelişim ve dönüşümleri içinde ele alınamamakta.  Çelişkilerin çoğnun da kavram kargaşasından kaynaklandığını düşünüyorum. Eski dengelere dayalı kimi kavramlar çöktü, ancak bunların yerine uygun düşecek gerekli yeni kavramlar tam olarak geliştirilemedi. Kimileri eski kavramlara ortodoksça bağlı kalıp belli oranlarda içini boşaltırken, kimileri de eski kavramları terk etmeye çalışırken yeni kavramlara sarılmaya veya eski kavramlara yeni anlamlar yüklemeye, onları farklı bir şekilde yorumlamaya çalışmaktadırlar. Bunu yaparken yer yer stantdart sapmalar yaptıkları da oluyor. ‘’Acaba bilim kitabında bu kavrama yer var mı’’ deyip bilime baş vuran, bilim ile siyaset arasındaki farklılığı yeterince hesaba katamayanlar da var.     Ama her şeye rağmen arayış önemli bence. Bu yeni kavramlar kimi kalıplara uymasa da, daha çok bu kavramlarla neyin anlatılmaya, bunlarla nereye varılmaya çalışıldığına bakmak gerek. Durumumuza uygun düşen kevramlar netleşene dek bu tartışmalar pozitif bir yaklaşımla devam etmeli. Kim neyi düşünüyorsa, başkaları tarafında şununla veya bununla suçlanmayacağını bileceği bir rahatlıkla açığa çıkartabilmeli. Bu anlamda Kürtler arasında başka düşüncelere karşı aşırı bir tahammülsüzlüğün olduğunu görmek gerek.    Bu durumun on yıllardır düşünce, kannat ve inançlarını açıkça ifade edebilme özgürlüğü için mücadele eden Kürt aydınlarına yakıştığı söylenebilir mi?  En güzel yol, yürekten yüreğe giden yoldur. Yol haritaları oluşturup hep birlikte yola koyulmak için, öncelikle Kürt çevrelerinin yürekten bir birlerinin elini sıkmaları gerek.   Cemal Özçelik 3. Eylül. 2009

Yeni Yorum yaz

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.