Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 12 May 2009

[img]http://img167.imageshack.us/img167/4038/ismailbesikcipg8.jpg[/img]

[size=large][b]Rejimin Ana Niteliği IV[/b]

“Asimilasyon Politikası Yoktur!“[/size]

14 Nisan 2009 günü, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, İstanbul'da, Harp Akademileri'nde, Yıllık Değerlendirme konuşması yaptı. Bu konuşmada Genelkurmay Başkanı, Türkiye'nin toplumsal tarihinde, siyasal geçmişinde asimilasyon yoktur dedi. Bu bilgiyi temellendirmek için de, Prof. Dr. Metin Heper'in, [b]Devlet ve Kürtler[/b] ([i]Doğan Kitap, Eylül 2008[/i]) kitabını kaynak gösterdi.

“Türkiye'de Kürtlere asimilasyon politikası uygulanmamıştır, asimilasyon yoktur“ şeklindeki bilgi, insanı şaşırtmaktadır. Bu, ak olana kara, kara olana ak deme gibi bir şeydir. Bu kadar açık bir gerçek nasıl inkar edilebilmektedir, nasıl bu kadar, başka bir şey olarak gösterilebilmektedir, çarpıtılabilmektedir? “Kürtlere asimilasyon yapılmamıştır“ şeklindeki bilgi bilimsel bir bilgi değildir. Bu gücünü devletten alan, resmi ideolojiden alan bir bilgidir.

Bilim, ancak, karmaşık olaylar arasındaki ilişkileri anlama, kavrama ve açıklama yöntemidir. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu ise, ayan beyan ortada duran çok açık bir süreçtir. Ayrıca, olguları, olgusal ilişkileri ille de bilimsel bir şekilde konuşmak da anlamlı değildir. Apaçık görünen olguların gerisindeki nedenleri, ilişkileri irdelemek elbette önemli olmalıdır.. Öte yandan bilimin veya bilimle uğraşan kişilerin kendini kabul ettirmek, ikna etmek gibi bir görevi, bir durumu da yoktur. Önemli olan, olguları anlamaya, kavramaya, açıklamaya çalışmaktır. Bütün bunlara rağmen, bilim yönteminin ilkeleriyle ilgili bazı konuları dile getirmek gerekir.

Bilim ancak bilim ortamında üretilebilir. Bu, düşün özgürlüğünün sınırsız olduğu bir ortamdır, özgür eleştirinin, özgür tartışmanın dinamik bir şekilde yaşandığı, kurumlaştığı bir ortamdır. Emir-komuta zincirinin egemen olduğu, belirleyici olduğu askeri ortamların, bilim ortamı yaratamayacağı besbellidir. Kürtler konusu, Türkiye'de düşün yasaklarının egemen olduğu, belirleyici ve yönlendirici olduğu bir alandır. Resmi görüşün eleştirilmesi idari ve cezai yaptırımlar getirebilir. Bu ilişkiler ağında Genelkurmay Başkanı'nın, “tek gerçek budur“, “nihai gerçek budur“ diye basın önünde konuşmalar yapması, etik değildir. Bu tutum etik olmadığı gibi, konuşmanın içeriği bilimsel de değildir. Toplumsal olguları, yasalarla, yönetmeliklerle, askeri emirlerle tarif etmek, yönlendirmek, çarpıtmak, saptırmak, etik bir tutum da değildir, bilimsel bir tutum de değildir. Bilimde doğruların tek ölçütü olgulardır. Olgular tarafından sınanamayan, olgular tarafından doğrulamayan veya yanlışlanamayan önermeler bilimsel önermeler değildir.

Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe nasıl asimile edilebileceği ile ilgili olarak pek çok rapor yazılmıştır. Kaldı ki, bu, İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçtir. Cumhuriyet bu süreci, daha sistematik olarak ele almıştır. Tek parti döneminde genel müfettişler tarafından yazılan, başbakanlar tarafından, içişleri bakanları tarafından, vali, genel müdür gibi üst düzey kamu yöneticileri tarafından hazırlanan onlarca rapor vardı... Emekli subaylar, emekli generaller, , üniversite profesörleri tarafından hazırlanan, yazılan, pek çok rapor vardır. Bu raporların hepsinin de gizlilik derecesi vardır Bu raporlarda yazılanların hayata geçirilmesi için çaba sarf edildiği de bilinmektedir.

Türk Devleti'nin Kürtlere ilişkin temel politikası asimilasyondur. “Türklüğe asimile olmayanları, ille de Kürt kalacağım diyenleri fiziki olarak imha etmek gerekir“ şeklinde bir devlet algısı da vardır. Kürtçe'nin yasaklanması, çarşıda pazarda Kürtçe konuşanlardan, konuştuğu kelime miktarınca para cezası alınması asimilasyon içindir. 7-8 yaşlarında okula başlayan Kürt çocuklarına Kürtçe'nin yasaklanması, eğitimde Türk dilinin ve kültürünün egemen kılınması asimilasyon içindir. Kürtçe'den “ilkel dil“ diye bahsedilmesi, bu “ilkel dil“i konuşanların, aşağılanması, küçümsenmesi asimilasyon gereğidir. Bu, Kürtlerin kendi değerlerine kuşkuyla bakmalarını, giderek kendi değerlerinden kopmalarını sağlamaktadır. Kürt kültürünün, Kürt yaşam tarzının, örneğin Kürt kıyafetlerinin küçümsenmesi, aşağılanması, horlanması asimilasyon ortamı yaratmak içindir. Kürtçe yer isimlerinin, köy, mahalle, mıntıka isimlerinin değiştirilmesi, Kürtçe isimlerin yasaklanması, Türkleştirilmiş isimlerin, Türkçe isimlerin dayatılması asimilasyon gereği olan çabalardır. Kürtçe eğitimin her seviyede yasaklanması asimilasyon içindir. Her gün çocuklara söylettirilen, “Türküm, doğuyum, çalışkanım...Varlığım Türk varlığına armağan olsun“ asimilasyon sürecinde yaşama geçirilen, vazgeçilmez, önemli bir uygulamadır

1960 da, 27 Mayıs darbesinden sonra, devrin Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Org. Cemal Gürsel, Diyarbakır'da, açık havada, Kürtlere yaptığı bir konuşmada, “size Kürt diyenin yüzüne tükürün“ diyordu. Bu ifade ne anlama gelmektedir? Çünkü, Kürt, Kürtlük, aşağılama, hakaret içeren bir sözcük olarak kullanılıyordu. Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Org. Cemal Gürsel, “size Kürt diyenin yüzüne tükürün“ diyerek Kürtleri bu hakaretten, aşağılanmaktan kurtarmak istiyordu. İşte, asimilasyon ortamı böyle oluşturuluyordu.

Çocuklara Kürtçe isimler verilmesinin yasaklanması, Türkçe isimler dayatılması asimilasyon içindir. Devletin, Kürt alfabesindeki, X,W,Q, Ê harfleri ile hala sorunu vardır ve bunları yasak kategorisinde tutabilmek için yoğun bir çaba sarf edilmektedir. Bu çaba doğrultusunda, yargı organları da dinamik bir şekilde kullanılmaktadır. Kürtçe'nin kullanımı konusunda getirilen yasaklara uymamanın çok ağır idari ve cezaî yaptırımlar getirdiği açıktır. Bunun anlamı şudur: Asimilasyon uygulamaları, idari ve cezaî yaptırımlarla korunmaktadır.

Bu olgular ve olgusal süreçler etkin bir şekilde yaşanırken, “Türkiye'de Kürtlere asimilasyon politikası olmadı, asimilasyon uygulanmadı“ demek çok yanlıştır. Profesör unvanlı kişilerin bu görüşü doğrulayan kitaplar yazmaları, dile getirilen düşüncelerin bilimsel olduğunu göstermez, sadece, üniversitenin, profesörlerin, çok ağır bir şekilde resmi ideolojinin etkisi altında kaldıklarını gösterir. Bilimde doğruluğun temel ölçütü olgulardır. Yaşanan olgular da bu süreçleri açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Devletin Kürtlere karşı geliştirdiği asimilasyon politikaları ve uygulamaları konusunda şunları ifade etmek çok daha doğrudur: Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunun sağlamak için eğitim kurumları etkin bir şekilde kullanıldı. Devletin zorlayıcı baskı araçları, jandarma, polis, ordu, güvenlik birimleri etkin bir şekilde kullanıldı. Yargı organları, üniversiteler, profesörler etkin bir şekilde kullanıldı. Sivil toplum örgütlerini bu anlayış doğrultusunda seferber etmek, her zaman vazgeçilmez bir politikaydı. Bütün bunlara rağmen, işte bu kadar asimilasyon gerçekleştirilebildi...

27 Mayıs (1960) askeri müdahalesinden sonra uygulanmaya başlanan Bölge Yatılı İlkokulları, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirme sürecinde çok önemli bir uygulamaydı. Bölge Yatılı İlkokulları'nın yarattığı ortam, asimilasyonu gerçekleştirmede çok elverişli bir ortamdı. Bölge Yatılı İlkokulları asimilasyon için vazgeçilmez bir mekanizmaydı. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu bugün de, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Çok Amaçlı toplum Merkezi (ÇATOM) Çağdaş Eğitim Vakfı gibi kurumlarla, “Baba beni okulu gönder“, “Haydi kızlar okula“ gibi kampanyalarla yürütülüyor. Geçmişte, 30-40 yıl öncelerine kadar asimilasyon devlet kurumlarıyla yürütülürdü. Artık sivil toplum kurumları da seferberliğe katılmış durumda. Bu, geçmişe göre önemli bir fark. Ama şu ilişkileri de hatırlatmak gerekir. İnsan Hakları kurumlarıyla değil, askeri kurumlarla, TÜSİAD gibi kurumlarla işbirliği yaparak asimilasyon mekanizmalarında yer alan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi dernekler ne kadar sivil derneklerdir?

Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu sağlamak, Kürt toplumunda, Türk dilini, Kürt kültürünü egemen kılmak, Kürtçe'nin unutulmasını sağlamak, Kürt kültürünün yaşamasına engel olmak için, çok büyük çaba harcanmıştır. Bu çabalar sistematik bir şekilde sürdürülmektedir. Devletin bu konuda başarısız olduğu da söylenemez. Okur-yazar Kürtler arasında, özellikle, “aydın“ denebilecek Kürt kesimleri arasında ciddi bir asimile olma durumundan söz etmek mümkündür. Bütün bunlara rağmen, şu ilişkiyi, şu durumu da belirtmek gerekir: Devlet, bu toplum kesimlerinde Kürtçe'nin unutturulmasını sağlamış, Türk dilini ve kültürünü egemen kılmış olabilir ama. Kürtlük yine de unutturulamamıştır.

[b]Köy Enstitüleri ve Kürtler[/b]

Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Kürtçe'nin unutturulması, çocuklara Türk dilinin ve kültürünün egemen kılınması çerçevesinde Köy Enstitüleri'nin de incelenmesi gerekir. Köy Enstitülerinin Türkler için ve Kürtler için anlamı çok farklı olmalıdır. Köy Enstitüleri, Türkler için, “aydınlanma“ kavramı çerçevesinde değerlendirilebilir. Katılarak eğitim, iş başında eğitim, nazari bilgiler eğitimi yanında pratik yapılması, yeni, dinamik, olumlu bir eğitim olarak ele alınabilir. Ama bu süreç Kürtler için aynı şeyi ifade eder mi? Aile ortamından, mahalle-köy ortamından koparılıp eğitimin gerçekleştirildiği okullara, pansiyonlara yerleştirilen Kürt çocuklarını düşünelim. Eğitim süsesi boyunca Kürtçe yasak. Kürtçe, Kürt kültürü, Kürt yaşamı aşağılanıyor, horlanıyor. Günde en az bir defa, “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Varlığım Türk varlığına armağan olsun“ şeklinde ant içiriliyor. Kürtçe'nin yasak edildiği, günlük hayatta, yaşamın her kesiminde, Türk dili ve Türk kültürü egemen kılınıyor. Ve bu çocuk, okuldan mezun olup, bir Kürt köyüne öğretmen olarak tayin edildiği zaman ilk işi Kürtçeyi yasaklamak oluyor. Burada, Kürtler için bir “aydınlanma“dan söz etmek mümkün mü? Aydınlanma, başta, düşün yasaklarını, egemen otoritenin, tek tip insan yetiştirmek için getirdiği yasakları eleştirmekle başlamaz mı? Örneğimizde ise, Kürtlerin kimliğinin inkarıyla ilgili yeni yeni yasaklar getiriliyor, yasaklar giderek kurumlaşıyor. Kanımca, Köy Enstitülerinin, Türkler ve Kürtler için anlamı farklı olmalıdır.

[b]“Türk milleti“ nasıl tarif ediliyor?[/b]

Genelkurmay başkanı sözü edilen konuşmasında Türk milleti'nin tarifini de yaptı.

Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk millet denir“ dedi. Bunun Atatürk'ün sözü olduğunu vurguladı. Kürt halkının, böyle bir tarifin içine nasıl sokulduğu elbette irdelenmesi, kavranılması gereken bir durumdur. Genelkurmay Başkanı, bir gazetecinin bu konudaki bir sorusuna da cevap vermedi. Toplumsal ve siyasal kategorileri emir-komuta zincirinin egemen olduğu ortamlarda tarif etmek, sağlıklı bir yol değildir. İnandırıcı da değildir. Türk artı, Kürt artı, Arap artı, Çerkes artı, Laz artı ve öbürlerinin nasıl Türk milletini oluşturduğu, bilimin kavramlarıyla çözümlenmesi gereken bir durumdur. Orgeneral Başbuğ, “bunu Atatürk'ün söylemesi, kendi el yazısıyla bunu dile getirmesi doğruluğunun önemli bir kanıtıdır. “ diyor. Bu keyfi bir tariftir. Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Çerkeslerin, Lazların, Ermenilerin, Rumların, Musevilerin, Süryanilerin vs. toplamının neden başka bir kategori değil de ille de Türk milleti oluşturduğu elbette incelemeye değer bir konudur.

[b]Bilim Yönteminin Temel İlkeleri[/b]

Kaynağını otorite sayılan insanlardan, bu kişilerin düşüncelerinden alan görüşlerin yanlış olabileceğini düşünmek, bu düşünceleri sorgulamak, varılan sonuçları kamuoyuna açıklayacak kadar dürüst ve cesur olmak bilim yönteminin çok önemli bir özelliliğidir. Otorite kabul edilenlerin söyledikleri, tutumları, bilimde doğruluğun ölçütü olamaz. Bilimde doğruluğun tek ölçütü vardır, o da olgulardır. Beğeni ve eğilimlerimize uyan birtakım düşüncelere ve teorilere değil, olgulara ve nesnel verilere bağlı kalmak, düşünceyi olgulara tam uyacak şekilde değiştirmekten ne pahasına olursa olsun kaçınmamak bilim yönteminin diğer bir özelliğidir. Bu ilkelerden binicisi eleştirel yargılama gücünü, ikincisi nesnel verilere, olgulara, olgusal ilişkilere saygıyı dile getirir. Bu çerçevede Atatürk'ün de eleştirilebileceği açıktır. Kaldı ki bundan çok daha önemli bir ilişki daha vardır. 1919-1921 yıllarını hatırlayalım. Mustafa Kemal'in Erzurum Kongresi sırasında, Kürt şeyhlerine, Kürt aşiret reislerine, Kürt ağalarına yazdığı mektuplar, Amasya Protokolü'ndeki, “Zaferden sonra Kürtlere de milli hakları verilecektir söylemi, “Misak-ı Milli'den Türklerin ve Kürtlerin yaşadıkları toprakları anlıyoruz“ sözleri, 1922'deki “Kürtlere özerklik“ planları da dikkatlerden uzak tutulamaz. Mustafa Kemal'in, 1920'lerin başlarındaki, yani Milli mücadele dönemindeki açıklamalarıyla 1930'larda yaptığı , “Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk milleti denir“ beyanı arasında bir çelişki olduğu açıktır. Bu çelişkinin olgulara, nesnel verilere bağlı olarak çözümlenmesi Türk siyasal kültürü hakkındaki bilgilerimizi de arttıracaktır.

[b]Alt kimlik-üst kimlik tartışmaları[/b]

Genelkurmay Başkanı'nın bu konuşmasıyla birlikte, Türkiye'de, alt kimlik-üst kimlik tartış

maları da alevlendi. Orgeneral Başbuğ, Türk üst kimliği altında, farklı kimliklerin de alt kimlik olarak varolabileceğini söyledi. Alt kimliklerin bireysel haklar talep edebileceğini fakat bunların, kollektif haklar talep etmelerine izin vermeyeceklerini vurguladı. Bu ilişkilerden “Türkiyelilik“diye bir kavram da üretilmektedir. Bu anlayışta olanlar, üst kimlik olarak “Türk“ değil, “Türkiyelilik“ kavramının kabul edilmesini söylemektedir. Kanımca somut olgular karşısında “Türkiyelilik“ kavramı da bir avuntudan başka bir şey değildir. Üst kimlik olarak “Türk“ ile “Türkiyelilik“ arasında fazla bir anlam farkı yoktur. Çünkü, Türkiye, Türklerin yaşadığı yer, Türklerin vatanı anlamına gelmektedir. Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas gibi, etnisiteye vurgu yapmayan bir isim değildir. Türkiye, Arabistan, Hindistan, Türkistan, Sırbistan, Kürdistan, Macaristan gibi, etnisiteye vurgu yapan bir isimdir. Türkiye'de, alt kimlik-üst kimlik tartışmaları tek bir koşulda sağlıklı bir tartışma kabul edilebilir. Türk de örneğin Kürt gibi alt kimlik olarak kabul edilirse, bu tartışmadan sağlıklı sonuçlar üretilebilir. “Türkiyelilik“ kavramıyla sağlıklı sonuçlara varmak mümkün değildir. Bunu ister Prof. Dr. Baskın Oran ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu söylesin, ister Genelkurmay söylesin veya söylemesin, ister PKK veya Demokratik Toplum Partisi söylesin durum değişmez.

[b]Hükümet-Parlamento-Genelkurmay[/b]

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, 29 Nisan 2009 tarihinde de, Ankara'da Genelkurmay Karargahı'ında bir basın toplantısı yaptı. Basın toplantısında, İstanbul'da, Bedrettin Dalan Arazisinde yapılan kazılardan çıkan silahlardan söz edildi. “PKK'nin dağdan indirilmesi“ de önemli bir konuydu. Org. Başbuğ, TCK 221 den, bu maddenin etkin pişmanlığı düzenleyen ikinci fıkrasından söz etti. TCK 171 den de söz etti. Bu maddelerin hassasiyetle uygulanmasını istedi. “Başka bir düzenleme düşünmüyoruz“ dedi.

Rejimin ana niteliğini konuşuyoruz, anlamaya, kavramaya çalışıyoruz. “Başka bir düzenleme düşünmüyoruz“ ifadesi, Türk siyasal Rejiminin, Türk siyasal sisteminin ana niteliğini de göstermektedir. Demokrasilerde, parlamenter sistemlerde, “af“ gibi konuları düşünecek olanlar kimlerdir? Hangi kurumlardır? Hükümet veya parlamentodur. Siyasal partilerdir, milletvekilleridir. Bu konuları, benzer konuları hükümet düşünecek parlamentoya teklifler sunacak, parlamento bu yasa teklifleri tartışacak, karara bağlayacaktır. Genelkurmay Başkanı ise, “PKK'nin dağdan indirilmesi“ ile ilgili açıklama yaptıktan sonra, “başka bir düzenleme düşünmüyoruz“ diyor. O zaman hükümetin işlevi nedir? Parlamentonun işlevi nedir? Hükümet veya parlamento bu gibi konuların görüşülmesinde neden inisiyatif alamıyor? İşte Türk siyasal rejiminin, Türk siyasal sisteminin özü budur. Bazı konularda, örneğin Kürt sorununda, inisiyatif tamamen askerdedir. Bu konularda, hükümetin, parlamentonun askere karşı ciddi bir ağırlığı yoktur.

Bu ilişkiler çerçevesinde, Hükümet'in veya Genelkurmay'ın, Demokratik Toplum Partisi'yle ilişkilerinin irdelenmesinde de yarar vardır. 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri sonunda, DTP 22 milletvekiliyle TBMM'ye girmiş ve grup kurmuştur. Genelkurmay, “teröre destek verenlerle aynı çatı altında olamayız“ diyerek TBMM'ye gitmemektedir. Başbakan da DTP milletvekilleriyle görüşmemekte, örneğin, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'ün elini sıkmamaktadır. ABD Başkanı Obama, DTP milletvekilleriyle, örneğin Ahmet Türk'le konuşmakta, görüşmekte, ama, Başbakan Recep Tayip Erdoğan, bundan uzak durmaktadır. Genelkurmay, askerler, TBMM'ye, ancak, ABD Başkanı Obama'yı dinlemek için gelmişlerdir. Burada Hükümet'e şunu da hatırlatmak gerekir: Savaş sürdüğü sürece, hükümet bu gibi konularda asker karşısında inisiyatif alamaz. Savaş ise, ancak, Kürt isteklerinin makul bir şekilde karşılanması sürecinde sona erebilir.

+++++

[b]Not:[/b] [i]Bu konuda devam edecek. Yazının ikinci bölümünde Türk siyasal sisteminde sloganlar konusu ele alınıyor...[/i]

11 Mayıs 2009
[b]İsmail Beşikçi[/b]

[url=http://www.kurdistan-post.com/modules.php?name=Niviskar&op=viewarticle&… Post[/u][/b][/url]

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.