Ana içeriğe atla

Devlet neden Öcalan’la Oturdu? Cemil Gündoğan

İmralı görüşmeleri olarak adlandırılan sürecin niteliğini ve muhtemel gidişatını anlamak için cevaplamamız gereken sorulardan biri, bu sürecin neden gündeme geldiğidir.

Biliyoruz ki buna verilen birden fazla cevap var. Bir kısım yorumcu ise böyle bir soruyla uğ- raşmak yerine sürecin ilerletilmesi üzerine kafa yormanın daha önemli olduğunu düşünü- yor.

Sözü edilen cevapların her biri tek tek ele alınıp tartışılabilir. Fakat ben, bunun yerine, bazı noktalarda piyasadaki yaygın düşüncelerden bir ölçüde ayrılan kendi değerlendirmelerimi sunmak istiyorum.

“Nedenleri değil, sürecin ilerletilmesini tartışalım” diyen görüş, konuya giriş için iyi bir baş- langıç noktası olabilir. Görebildiğim kadarıyla, bu görüş bazen iyi niyetle bazen de AKP po- litikasının uzantısı olarak dile getirilmektedir. Ama her iki durumda da gerçek bir barış sü- recinin ancak gerçek güç ilişkilerine yaslanabilirse mümkün olabileceği kuralıyla çeliştiği için sorunludur.

Ortaya çıkan tabloya bakılırsa Devlet, elindeki bir tutsakla görüşerek Kürt sorununu en ucu- za kapatma eylemine “barış süreci” adını vermektedir. Tayyip Erdoğan ise devletin ikna olduğu bu çözümden bir de Türk işi başkanlık sistemi çıkarmakla meşguldür. Kürtlerin Or- tadoğu’da yükselen güç olmaları gerçeğiyle bir arada düşünüldüğünde bu planın, tarafların gerçek pozisyonlarıyla ve süreci etkileyecek kısa ve uzun vadeli eğilimlerle uyumlu bir çö- züm olduğunu söylemek olanaksızdır. Niye böyle olduğunu anlamak için devletin neden Abdullah Öcalan eliyle Kürt sorununu çözmeye yöneldiğine bakmak yeterli olacaktır.

Türk devleti gibi bölücülük korkusunu varoluşsal bir fobi haline getirmiş bir devletin, barış sürecine yönelebilmesi için ya içerden ciddi bir barış hareketiyle tehdit ediliyor olması ya da iç bölünme, dış dengelerin değişmesi gibi faktörlerin etkisiyle savaşı eski biçimiyle sürdüre- bilme kabiliyetlerini kaybetmeye başlaması gerekir (Elbette bu ikisi aynı anda gerçekleşmesi de benzer bir sonuca götürebilir). Hal böyle olunca, ilk soru şu olmaktadır: Var mıdır bugün Türk devletini içerden tehdit eden güçlü bir barış hareketi?

Bu soruya evet diye cevap vermek ciddiyetle bağdaşmaz.

Türkiye’de “Barış!” “Barış!” diye bağıranlar Kürtlerdir, Türkler değil. Evet, Türk halkı ara- sında savaştan bezme ve çaresizlik haline dair belirtiler görülmektedir. Ama bu bezginlik ve çaresizlik hali, devlete kafa tutabilecek veya onu işlemez hale sokabilecek bir barış hareketiy- le aynı şey değildir, sonuçları da aynı olmaz. Hatta bu tür hoşnutsuzlukları barışa karşıt amaçlar için, yani “teröristlere karşı mücadeleye daha geniş bir kitlesel destek yaratmak” amacıyla kullanmak bile mümkündür.

Bugün kitleler söz konusu olduğunda, “Evet, biz de barış istiyoruz” diyen Türklerin “ba- rış”la kastettiği, Kürtlere ana dilde eğitim hakkı bile vermeksizin PKK’nin silahlarını alıp yurtdışına def olması arzusundan ibarettir. Maalesef durum hâlâ budur. En son örneğine Sinop’ta rastladığımız linç girişimlerinin sadece şu veya bu partinin kışkırtmasıyla ilgili, arızi bir şey olduğunu sanmak, en hafif deyimle safçadır.

AKP iktidarıyla birlikte Türk-Kürt ayrışmasının bittiği iddiası ya bir temenninin ya iktidar- dan nasiplenenlerin yaymaya çalıştığı bir konformizmin ya da bir iki toplumda olup bitenle- ri fark edememenin ifadesi olabilir. Gerçek şu ki bu iki toplum birbirinden uzaklaşmaya de- vam etmektedir. Çünkü Türkler arasındaki Kürtlere ilişkin olumsuz duygu ve tepkilere ila- veten Kürtler arasında da varoluşsal güvensizlik duyguları yaygınlaşmaktadır. Son iki yıldır Suriye devletinin serencamını canlı yayında izleyen sıradan Kürtler, başkalarına ait bir dev- lette temel haklarından yoksun biçimde yaşamanın ne demek olduğunu daha acı biçimde görüyor ve kendi kaderleri hakkında daha uzun vadeli ve radikal kararlar almaktan artık kaçamayacaklarını daha somut biçimde görüyorlar. Kürt dostu olduğunu iddia eden AKP’nin liderliğindeki Türk devleti, Kürtlerle barış yapacağını ilan ettiği bir günde, İslamcı faşist bir güruhu silahlandırıp bazı Arap aşiretlerinin desteğinde Resulayn’da Kürtlere sal- dırttığında, ekranları başında kalpleri sıkışarak Suriye Kürtlerinin canhıraş direnişlerini sey- reden yeryüzünün dört bir köşesindeki Kürtlerin kafasından geçen ortak varoluşsal soru şuydu: “Acaba benim çocuklarımın veya torunlarımın güven içinde yaşayabilecekleri bir toprak parçası olacak mı şu dünyada?” İster Ceylanpınar’da ister Paris'te ister Kandil’de is- terse Muğla’da yaşasınlar, Kürtleri giderek daha fazla girdabına alan soru budur. Kendimizi kandırmayalım, realite budur. Kürt sorunu denilen şeyi bu tür dip dalgalarından kopararak dün “bebek katili”, bugün “megaloman” diye tanımladıkları bir liderin iktidar oyununa da- hil olma gayretlerine eşitleyen egemen Türk aklının bu sorunu anlayabilme şansı yoktur. Ve bu akıl etkin olduğu müddetçe Türkiye’de gerçek bir barış hareketi de oluşmayacaktır.

Nitekim Türkler arasında barışı gerçekten istemekle kalmayıp bunun için bir şeyler yapmak isteyenler, hâlâ ne yazık ki 1970’lerin Marksist hareketinden gelen bir avuç insandan ibaret- tir. Son yıllarda bunlara bir miktar liberal ile İslamcının eklendiği doğrudur. Fakat bunların hem sayıları çok azdır, hem de liberal diye tanımlananların ezici çoğunluğu, gerçekte 70’lerdeki Marksist hareketten gelme kişilerdir. Aralarında bazı fırsatçılar, kariyeristler hatta şaibeli kişiler bulunsa da durum budur. PKK’nin sol ve sosyalizmin bazı değerlerine henüz açıkça sırt çevirmemiş olmasını, Kürt hareketiyle ilgili yeryüzündeki yegâne felaket olduğu- nu zanneden bazı dar görüşlü Kürt milliyetçilerinin, mukallit bazı Kürt liberallerinin ve bazı Kürt muhafazakarlarının bütün küfürlerine rağmen gerçek, ne yazık ki, böyledir.

Peki, bu bir avuç barışçı solcunun, liberalin ve İslamcının Kürt meselesinde devleti barışa zorlayabilecek örgütlülüğü ve gücü var mıdır?

Hayır, ne yazık ki yoktur.

Elbette, uzun vadede Türk halkı arasındaki bezginliği ve savaş yorgunluğunu gerçek bir barış hareketine dönüştürme imkânı teorik olarak mevcuttur. Ama bunun için Türk Solunun veya varsa bu işe aday başka bir gücün risk alması, fedakarlık göstermesi ve sistemli biçimde çalışması gerekir. Ne var ki bugün devleti İmralı görüşmelerine zorlayan böyle bir barış ha- reketi değildir. Bu durumda devleti bu görüşmeleri yapmaya sevk eden faktörleri ikinci alanda, yani devletin geleneksel Kürt politikasını sürdürebilme kapasitesiyle ilgili alanlarda aramamız gerekir. Burası, aynı zamanda İmralı sürecinin, fiili güç ilişkilerine, tarafların po- zisyonlarına, süreci yoğuran kısa ve orta vadeli eğilimlere uygun olup olmadığını test edebi- leceğimiz bir yerdir de.

Tahmin edileceği üzere, bu alan hayli geniş bir alandır. Bu nedenle kendimizi sınırlamamız gerekiyor. Ben ele aldığımız konuyu birinci derecede etkileyen üç faktörü ele almakla yetine- ceğim. Bu üç faktör şunlardır:

1) Türk devletinin Libya operasyonundan sonra ana seçenek haline getirdiği yeni Ortado- ğu politikasının Suriye’de batağa saplanmasıyla oluşan veya daha da belirginleşen iç ve dış tehditlerin, Türkiye’nin Kürt sorunuyla ilgili eski politikasını sürdüremez hale getir- miş olması.

2) Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği mevcut sürece kendi birliğini koruyarak ve Türkiye merkezindeki çelişkileri kullanmak suretiyle pozisyonunu güçlendirerek girmiş olan PKK’nin, Ortadoğu’nun yeni denkleminde uluslararası büyük güç odaklarının artık gör- mezden gelemeyecekleri bir pozisyona kavuşmuş olması.

3) İkinci maddeyle tersten bir paralellik içinde gelişen bir süreç olarak, 2000’li yılların ortalarından itibaren Abdullah Öcalan’ın PKK üzerindeki eski etkinliğinin azalmaya baş- laması. Bir diğer deyişle devletin en rahat kontrol edebildiği PKK uzvunun, PKK içindeki gücünün gerilemeye başlaması. (Özellikle bu son noktanın günlük görüntülerle pek uyum- lu durmadığını bilerek yazıyorum.)

Dördüncü bir faktör olarak Erdoğan’ın başkanlık hesapları bu listeye dahil edilebilir, ancak bunun yukarıdaki üç faktör kadar etkili olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ilk üçünden fark- lı olarak, devletin değişik kanatları arasındaki uzlaşmanın ürünü olmaktan çok, bir kuzudan birkaç post çıkarma hesabıyla ilgili bir kurnazlığın ürünü gibi görünüyor.

Devlete alarm zilleri çaldıran ana faktörler yukarıdaki üçüdür. Düne kadar yemin billah Ab- dullah Öcalan’ın Ergenekoncu olduğunu propaganda eden Türk dincileri ile dinci iktidarın atına oynayarak Kürdistan’da kendilerine alan açmaya çalışan Kürt milliyetçilerinin birden bire Abdullah Öcalan güzellemeleri yapmaya başlamalarının nedeni de bu üç ilişkide gizli- dir. Ama bunları ele almak gelecek yazıların konusu.

[email protected]

2013-03-02

Yeni Yorum yaz

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.