Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 16 August 2009

sen cok yasa hasan.baltana kuvvet hasan
"Telasa lüzüm yok.Herkes acilip saclisin.kurdistan özgürlük davasinin yeni bir asamasina girmis bulunuyoruz.
Bu saatten sonra,dedelerimizi kafasina 29 kez baltaylan vurmus cellatlarimizin tahakkümü altinda
yasamak zorunda degiliz...."
hic bir baltaya sap olamayan kimi nalinci keserleri
vede serokun balmumu leskerleri
acilip sacilirken
sende durdun durdun baltayi tamda enseden vurdun.
Hizli yazan HeK bu yaziyi buraya asabilirmi rica etsem

Türkler nihayet Kürtleri tartışmaya başladı. Biz zaten böyle bir tartışma bekliyorduk. Suni ve Türk azınlığa dayalı iktidar işleri, epeyi zamandır tıkanmıştı. Yirmi milyon olduğu söylenen Alevilerin devlet tarafından tanınan tek resmi görevlisi yoktur. Yine yirmi milyon civarında olan Kürtlerin, Kürtlüğünü serbestçe yaşayan tek öğretmeni, subayı ve polisi bulunmuyor. İktidar ve hazine, Türk-suni azınlık tarafından paylaşılmış. Bu düzeni koruyan dipçik ve cop mekanizmasını da, her etnik kökenden devşirme haramzadelere bırakmışlar. Belleği ve geçmişi yitik bu insan kopyaları da seksen beş yıldır Kürt, Türk, Alevi; zavallı Anadolu halkı üzerinde keyiflerince tepinip duruyorlar. Bütün yüksek makamları, memurlukları, gelir getiren işleri birbirlerine servis etmişler. Uydurma suç ve cezalarla, uygarlıklar beşiği denen coğrafyanın insanlarını kırıp geçirdiler. Ülke ölüm tarlasına, şehirler hapishaneye döndü. Doğup büyüdüğümüz toprakların suçluları, göçmenleri ve tutsakları olduk... 1980 yılının 15 Ekim günü Diyarbakır'da yakalandığımda, götürüldüğüm sorgu merkezinde tek dipçik vuruşuyla çenemi dağıttılar. Faşizmin çıldırttığı o genç halimle: “Ah!“ diye inledim. “Sorgu artık çenem üzeri sürdürülecek.“ Türk sorgucular bu düşüncemde beni yanıltmadılar. Bir hafta kadar sonra beni Antep'e götürmek üzere gelen polis ekibinin şefi, yanağımdaki şişliği fark etti. Siverek çarşısında, bir sinema önünde durmuştuk. Polislerden biri, yol boyunca yemeleri için karşı büfeden kabak çekirdeği alıp getirdi. Kelepçeli ellerimi koyduğum dizlerim üstüne kağıt mendil serdiler. Üstüne de bir avuç kabak çekirdeği koydular. “Sen de çekirdek çıtlat,“ dediler. “Ellerim kelepçeli,“ dedim. “Parmakların kelepçeli değil,“ dediler. Dizlerimi aralayıp, çekirdeği ayaklarımın dibine döktüm. İşte o sırada polis şefi eğilip yüzüme baktı: “Lan Hasan senin çenen şiş,“ dedi. O zaman bir ah daha çektim. Bildim ki, Antep sorgu merkezinde en çok çeneme vuracaklardı. Öyle yaptılar. Yerinden oynayan dişimin üstüne üstüne vurdular. Polis sorgusundan çıktığımızda mevsim kıştı. Askeri cezaevine giden yol kenarındaki çamlar üstünde yığınca kar vardı. Halbuki ben sıcak bir sonbahar günü yakalanmıştım. Askeri cezaevinde bir yıl diş ağrısıyla kıvranıp durdum. Delirdim. Koridor topuklayan ayakkabı ve çoraplarımın altları delindi. Ancak Türk faşizmi bir yıldan fazladır, kendi kırdığı dişimi çekmiyordu. Çingene bir arkadaşımızın penseyle diş çekme işlemi de başarısız oldu. Azı dişiydi, parçalara ayrıldı, parçalar damakta kaldı. Kapıya her dayanmamda: “Tohumuna para mı saydık lan!“ diyorlardı. Tugay içinde başlayan ilk duruşmada, dava arkadaşlarım, dişim çekilmedikçe ifade vermeyeceklerini söylediler. Mahkeme, dişimin çekilmesi için duruşmaya ara verdi. Gelip gidenin yumruk ve dirsek çektiği diş ağrılı bir buçuk yıl geçirmiştim. Sonunda kurtulacaktım. Tugay revirine götürüldüm. Faşist bir subay uyuşturmadan dişimi çekip attı. Bayılmama neden olan öyle bir acı hissettim ki; orada, o an, çürük bir dişi gibi söküp attım Türk devletiyle bağımı... Size ben, uyduruk idam suçlarıyla her sabah ipe götürüleceğimiz anları nasıl beklediğimizi anlatmadım. Hiç bitmeyen işkence seanslarını, çığlıkları, ölüleri anlatmadım. Cenaze töreni sırasında tabutundan hala kan damlayan faili devlet cinayetlerini anlatmadım. Benle, vatandaşı olduğum devlet arasında cereyan eden basit bir diş vakasını anlattım sadece... Oniki yaşındayken babamı vurdular. İki ay komada kaldı. Vurulmasına neden olacak hiçbir şey yapmamıştı babam. İçinde amcam çocuklarının da olduğu bir grup genç kavga etmişti. Kavganın intikamını babamdan aldılar. Camide abdest alırken, baltayı arkadan kafasına gömdüler. O zaman Tatvan'da yatılı ortaokulda okuyordum. Olayı duyduğumda çok ağladım. Annesizdim. Annemin ardından babamın ölümünü çocuk halime kaldıracak durumda değildim. Bir kış günü okuldan kaçtım. Van Gölü kıyısını takip ederek, Tatvan-Ahlat arasındaki kırk kilometrelik yolu yürüdüm. Eve vardığımda babam başı sargılı bir şekilde yatıyordu. Olayın üzerinden iki ay geçmişti. Elini öptüm, ağladı. Ölmemiş olduğunu görünce çok sevindim. Amcamlara gittim, o gece orada kaldım. Sabah ilk minibüsle okuluma döndüm. Babamı vuran üç kardeş bir yıl kadar kaçak gezdi. Kan davası korkusuyla evlerine uğramadılar. Sonunda müftü, kaymakam ve iş-güç sahibi korkak akrabalarım barış için aracı oldular. Babam, kan ağlayarak barışmayı kabul etti. Onüç yaşındaydım, kafasına balta gömülecek bir şey yapmamıştı babam. Kandan nefret ederdi. Hazırlıklar yapıldı. Babamı vuranlar bize gelecekti. Bir sustalı bıçağım vardı o zaman. Baltayı babamın kafasına vuran kardeşi tespit etmiştim. Kapının önünde saldıracaktım. Amcalarım kindarlığımı bildiği için gözleri üstümdeydi. Büyük amcam beni yanına çağırdı, kaçtım. Ailemizden en az on erkek peşime düştü, kayalardan Van Gölü'ne atladım. Suda epeyi bir kovalamaca oynadık. Sonunda yakalayıp kumsala çıkardılar ve üstümdeki bıçağı aldılar. Ağlayarak babamın yanına geldim. Töreleri çiğneyerek babama şöyle dedim: “Sen de şeref varsa benim üzerime yemin etmezsin.“ Babam ağladı. Anladım ki, sırf müftü, kaymakam ve ilkesiz akrabalarının bastırmasıyla zamansız barışmak babamın da ağırına gidiyordu. Babam, kafasına vurulacak bir şey yapmamıştı. Ve adaleti olmayan barıştan sonra babamı vuranlar evimizin önünden, arkasından ellerini kollarını sallayarak geçip gideceklerdi. Belki de yeni kabadayılıklar taslayacaklardı. Sonunda barış töreni başladı. Müftü ve kaymakam üç kardeşle çıkıp geldi. Asker ve polisler de vardı. Baltayı sallayanlar babamın elini sıktı. Ortaya yemin için Kuran kondu. Babam, kan davasının bittiğine dair tüm akrabaları adına Kuran'a el bastı. Kardeşlerinin ve diğer oğullarının ismini saydı. Sıra bana gelince durdu: “Bu oğlumun adına yemin içemem,“ dedi. “İçersem günahkar olurum. Bu çocuk kindar bir çocuktur.“ Ortalık buz gibi oldu. Onüç yaşında bir çocuk olduğum için üstünde durmaz göründüler. Onbeş ile on sekiz yaş arası bu üç kardeşe kan kusturdum. Ölümü çok özlediler. Ve ben birkaç yıl içinde bu insanların saçlarının ölüm korkusu karşısında nasıl ağardığını şaşırarak izledim. Çünkü suçluydular. Suç insanı korkak eder, korumalar ve silahlarla gezdirtir. En çok peşinde olduğum ve baltayı babamın kafasına gömen kardeşi yıllar sonra buldum. Ahlat-Tatvan arasındaki ovada, biçilmiş buğday tarlaları içinde karşılaştık. Su nöbeti bizdeydi, yonca sulamaya gitmiştim. Uçsuz bucaksız tarlalar içinde yürüyordu. Su kanalının içine girerek ona doğru yaklaştım. Onda otomatik silah, bende yonca sulamada kullandığım kürek vardı. İsmi Cello idi: “Cello!“ diye bağırdım. Dönüp bana baktı ve kaçtı. O kırk yaşında, bense onyedisindeydim. Kaçıyor, arada bir geriye dönüp silahı doğrultuyor, bağırıyordu: “Gelme, vururum!“ Yakalamama yirmi metre kala silahı attı ve diz çöktü. Cello bitmişti, geçip giden yıllar içinde Cello'da tetik çekecek güçte kalmamıştı: Devrimci düşüncelerle tanıştığım yıllardı. Diz çökmüş Cello'nun ölüm titreyen ensesine bakıp kendi kan davamı bitirdim. Atalarımın kafasına kendi resmi rakamlarına göre 29 kez balta indirmiş bir devletle kavgalıyım şu an. Barış ve çözüm konuları tartışılıyor. Gülümseyerek ve çoğu zaman da şaşkınlıkla izliyorum. Kürt direnişi karşısında yenilmiş bir devlet, Kürdistan'da yeni bir zaferin peşinde. Bu zafer tattırılır mı? Dedelerimizin kafasını baltayla 29 kez kesmiş ve son isyanda 40 bin Kürdü öldürmüş bir devletin silahlı cellatlarının hiçbir şey olmamış gibi o topraklarda cirit atmasına göz yumulur mu? Mezar yerleri bile belli olmayan Kürdistan şehitleri üstünde panzerli ve tanklı gösterilere tahammül edilir mi? Edilirse, böyle adalet, böyle barış, böyle insanlık olur mu? Telaşa lüzum yok. Herkes açılıp saçılsın. Kürdistan özgürlük davasının yeni bir aşamasına girmiş bulunuyoruz... Bu saatten sonra, dedelerimizin kafasına 29 kez baltayla vurmuş cellatlarımızın tahakkümü altında yaşamak zorunda değiliz.... Hasan Bildirici [email protected]

turklerde baris yapma kulturu yok.kaybetme cok meshurdur.ama bu kaybi tekrardan bkurdlerin eli ile kazanmaya calisiyor. neyse ki murat kara yilanin le monde ye verdigi mulakatda biraz turklerin oynunu bozar gibi bir aciklamasi olmus. benim tek bildigim turkden dost hayvana hakaret olmasin ama domuzdan da post olmaz.

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.